Mekteb-i fünûnda ve ulûm-u İslâmiyede gayet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi’nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi.
“Ey Risâle-i Nur!
“Senin, Kur’ân-ı Kerîm’in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhamı, Hakkın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına artık şek şüphe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te’lif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görülmüyor.
“Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere: Âyât-ı Beyyinât-ı İlâhiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha birçok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-u Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi birçok yücelikler, sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hâl, senin bir Mu’cize-i Kur’ân olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki, insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilim ve irfan aşkı aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin, Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerâmetin, Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ân’dan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahati seninle dilimizde görüyoruz.
“Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde, Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olmaya başlaması ile, Kur’ân nuru karşısında üdebâ ve bülegànın kıymetten düşüp, sönen âsârı gibi; senin de o hudutsuz ve nihayetsiz ve amansız fesahat ve belâgatın, hutebâyı hayretlere düşürmüştür.
“Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve beliğ ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların, siyak ve sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha kimseye nasib olmaz.
“İslâmiyet Güneşinin doğuşundan tam on dört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir nimet bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yâ Rabbi!
“Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin her birisine tercüme ve nakil olunan Mevlânâ Cami ve Mevlânâ Celâleddin’in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddinlerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp: ‘Bârekâllah zehî saadet sana ey Risâle-i Nur! Hepimize baştâcı oldun!’ diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve ruy-i zeminin insanla beraber bütün zihayat mahlûkatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar...
“Hele o güzel teşbih ve tâbirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak’a ve temsillerin bir benzeri ve bir nazîri bir daha getirilemez.
“Kur’ân-ı Arabî’den Türkçe Sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen, âyine-i idrâke cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-u revana gıdasın...
“Allah Allah! Türk Milleti senin ile ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tâbiratın ve bu kelimat ve teşbihâtın, Arş-ı Azam’dan indiği muhakkaktır. Çünkü: Kederleri gidererek, insana neş’e ve neşat veriyor, okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî sâfileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatlerin, evvelâ Rabbânî ve Rahmânî fabrikaların ulvî ve Samedânî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-u İlâhî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş. Orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın.
“Bütün mes’ele ve maddelerin, hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin, şimdiye kadar yazılan ihtilâflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış, ancak kendini nazargâh-ı en’ama arz eylemiştir.” (Konferans: 83-88)
* * *
1950 öncesi, Mehmed Feyzi Ağabeyin “Asa-yı Musa” mecmuası için hazırladığı lûgatçenin başına yazdığı ve Hz. Üstadımızın da, münteşir Emirdağ Lâhikası s: 220’de tahsin ettiği bir fıkrasını makam münasebetiyle buraya dercediyoruz.
“Bedîü’l-Beyan olan Risâle-i Nur’un müellifi, Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri evvelâ mücahede-i nefsaniyeyi herşeye takdim ve sıfat-ı mezmûmeyi mahv, alâik-ı dünyevîyeden inkıta’, hakikat-ı himmetle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat inâyet-i Hak’la inkişaf ve Rahmet-i İlâhiyye feyezan ve Nur-u Samedânî lemean edip ‘Efe men şerahallahü sadrahû...’ sırrına mazhariyetle sadr-ı şerifi münşerih olup, Rahmet-i Sübhaniyye ile sırr-ı melekût mir’at-ı kalbine münkeşif ve hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye tele’lü’ ettiğinden, şüphesiz Risâle-i Nur, doğrudan doğruya ilham-ı İlâhî ve ihsan-ı Rahmanî, ikram-ı Rabbani, feyz-i Samedânî, intak-ı Sübhanî, hem i’caz-ı manevî-i Kur’ânî. Hem makbul-ü Şâh-ı Risâlet (asm), hem memduh-u Şâh-ı Velâyet (ra). Hem mergûb-u Şâh-ı Geylanî (ks), Hem Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semâ-i manevîsinde parlayan hidayet ve tevfik güneşlerinin nurlarının in’ikası, hem sırr-ı veraset-i kâmile-i Nebeviyye (asm) cihetiyle Resûl-i Ekrem’e (asm) ihsan olunan cevâmiü’l-kelim gibi, Üstadımıza dahi kalîlü’l-lafz, kesîrü’l-mâna kelimat-ı camia ikram olunması, hem, Esmâü’l-Hüsnâ’dan ism-i Bedî’a mazhariyetinden, te’lifi olan Risâle-i Nur, kelimat-ı bedîa ve tâbirat-ı garibe ile müzeyyen olması, hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyyede Üstadımız yalnız lügatça sathî mânaları düşünmeyip belki gayet geniş ve pek kudsî olan iman ve Kur’ân hakikatlarını nazara alarak gayet hârika deliller, zahir burhanlar, kat’î hüccetler isbat ve beyan ettiğinden o kelimat, ifade edip baktıkları küllî hakikatlardan, kudsî mânalardan birer ulviyyet, birer külliyyet kesbetmesi.. .
“Hem, Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belâgat-ı fevkalâde sahibi olduğundan, Risâle-i Nur belâgat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkânsızdır.”
Muhterem Mehmed Feyzi Efendi muhakkik ve müdakkik bir âlim olması, sekiz sene Hz. Üstadımızın hizmetinde ve kâtibliğinde bulunması, Üstadımızdan da ders alması gibi çok mazhariyetleriyle, Risâle-i Nur’un üslûbu ve ifadesi ve kelâm ve kelimeleri hakkında kanaat beyan etme hususunda âlimler ve talebeler içinde en salâhiyetdar bir şahsiyet olması noktasından, bu parça çok ehemmiyetli ve merhum ağabeyin Risâle-i Nur’u nasıl anladığının parlak bir misâlidir.
(Devamı var)