Altmış beş sene evvel rahmet-i Rahman’a kavuşan Bediüzzaman Hazretlerini anma programları devam ediyor.
Mübarek Ramazan ayı olması hasebiyle, programların ağırlık kısmı Nisan ayına kaydırılmış durumda. Dolayısıyla, önümüzdeki Nisan ayı boyunca yurtta ve dünyanın muhtelif merkezlerinde Hz. Bediüzzaman değişik yönleriyle anılmaya, anlatılmaya devam edecek.
Bilvesile, biz de ara ara onun hayatî mevzulara olan bakış ve değerlendirme tarzına paragraf açmak istiyoruz. Bugünkü yazı konumuz Cumhuriyete dair.
*
Türkiye’de Cumhuriyet idaresi var mı, var. Hem de 29 Ekim 1923’ten bu yana. Peki, hakikî manada bir Cumhuriyet mi? Değil, ne yazık ki…
O tarihte kurulan rejim “cumhur”a, yani halkın iradesine dayanan bir sistemde değil, kelimenin tam anlamıyla bir “zümre Cumhuriyeti”dir. Öyle olduğu için de, ilk 27 sene demokrasinin yeşermesine ve milletin hür iradesinin tecellisine imkân-fırsat verilmemiştir. 1950’ye kadar, sistem tek parti ve tek adam merkezli olarak süre gelmiştir. On yıllık bir hürriyet-demokrasi teneffüsünün ardından, bu kez on yılda bir darbe ve muhtıra ile Cumhuriyet idaresi örselendiği gibi, demokrasinin de âdeta canına okunmuştur.
Ne yazık ki, şimdilerde ülke yine benzer mahiyette birtakım emr-i vâkilerle-defaktolarla karşı karşıya getirilmiş durumda. Sözde Cumhuriyet var, demokrasi var; lâkin, fiiliyatta bu nimetlerin örselendiği açıktır. Seçimle iş başına gelmiş olanların hiçbiri güvende değil. Rakip partilerin en etkili liderleri hapiste yatıyor. Geri kalanların da her an başlarına bir şey gelebilir. Bunun adı hürriyet değil, cumhuriyet değil, demokrasi değil. Mevcut ucûbe durum, olsa olsa “otokrasi”, yahut “totaliter” gibi tabirler ile isimlendirilebilir.
Üstad Bediüzzaman, halkın hür iradesine dayanmayan Cumhuriyeti “mânâsız isim ve resimden ibaret” olarak görmüştür. Ne yazık ki, şimdilerde de benzer bir durum söz konusu.
*
1935 yılı ortalarında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilen Bediüzzaman Said Nursî, önce kanunen yasaklanmış olan “tarikatçılık” yapmakla itham edildi. Ancak, bundan tutturamadılar. Mahkeme müdafaasında, özetle “Ben şeyh değilim; hocayım. Zaman da tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Benimle beraber mahkemeye sevk edilen şu mazlumlar da mürit değil, talebedirler” diye, onlara muknî cevaplar verdi.
Ardından, o zâtı “Cumhuriyet düşmanı” gibi görerek öyle muamele ettiler. Nitekim, mahkeme safhasında bu meseleyi de gündeme getirdiler. Kendilerince Üstad Bediüzzaman’ın açığını yakalayarak ona ceza vermeyi planladılar. Ne var ki, bu konuda da havalarını aldılar. Zira, Said Nursî, onlardan daha ileri derecede Cumhuriyetçi olduğunu ispat etti.
İşte, o safhaya dair Tarihçe-i Hayat isimli eserde yer alan soru-cevap kayıtları:
Bediüzzaman: Orada [1935’teki Eskişehir Mahkemesi] benden sordular ki: "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?"
Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder.
Ey müdde-i umûmî ve mahkeme âzâları! Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni ittiham ediyorsunuz.”
*
“Cumhuriyet” hakkında Üstad Bediüzzaman’a tuzak soru soranlar, ondan böyle bir cevabı beklemiyorlardı. Şaşkına döndüler ve maalesef onun “Ben dindar bir Cumhuriyetçiyim” diye başlayan müdafaa kısmını sansürlediler, kayıtlara geçmediler.
Buna mukabil, Said Nursî, 1935’te gizlenen bu müdafaasını 1944’teki Denizli Mahkemesinde tekraren yaptı ve işte o zaman kayıtlara geçirilmiş oldu.
Hürriyet, cumhuriyet, demokrasi gibi milletler için hayatî olan meseleler, partilerin, yahut şahısların keyfine göre uygulanacak mefhumlar değil. Partiler, hükümetler gelip giderler; ancak, bu sistemler vatan ve milletin selameti için kesintisiz şekilde devam etmeli.