Tarih, 1990 yılının Ocak ayıydı. Yeni Asya, küllerinden yeniden doğuyor, Bâbıâli’ye yeniden merhaba diyordu.
Yüze yakın çalışanı ve binlerce okuyucusuyla mâruz kalmış olduğu bir “iç darbe” sebebiyle, yayın hayatına yeniden ve adeta sıfırdan başlıyordu.
İşte, tam da bu vetirede, yani bütün bir Yeni Asya camiasının başı gailede olduğu, dolayısıyla belki de en zayıf bir durumda göründüğü esnada, refikimiz Zaman gazetesinde “Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesinin elzem olduğu”na dair çok iddialı bir yazı neşredildi.
22 Ocak 1990 tarihli Zaman’da çıkan bu yazının başlığı “Hakkın hatırı için” şeklindeydi. Bu yazı, Şemseddin Nuri imzasını taşıyordu. Ancak, bu isim müstear olup, yazıyı—baskıcı bir talep sonucu—kaleme alan kişi, aynı zamanda adaşımız olan muhterem Latif Erdoğan’dı.
Bu yazıda sağlam, geçerli, güvenilir hiç bir delil bulunmamasına mukabil, Risâlelerin sadeleştirilmesine karşı çıkan, mani olmaya çalışan sâdık, fedâkâr Nur Talebeleri, ağır şekilde itham ediliyordu.
Bu vahim durum karşısında harekete geçen muhterem ağabeylerimizden Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Said Özdemir, Ahmed Aytimur ve Hüsnü Bayramoğlu, müşterek imza ile mukabil bir cevap hazırlayıp neşrettiler.
Bir nüshası elimizde bulunan ve bir nüshası da yazar Erdoğan’a gönderilen bu cevabî mektubun başlığı şöyledir:
“Evet, hakkın hatırı için...”
Mektubu kaleme alma gerekçesi hakkında kullanılan şu ifade, cidden sarsıcı, tüyler ürpertici mahiyette:
“Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin, bütün Nur Talebelerinin ve bilhassa Risâle-i Nur’un küllî hukuku nâmına...
“Hem, tâ kıyamete kadar gelip geçecek nesl-i âtinin bu mûcize-i Kur’âniyeden feyiz alarak Nur’a talebe olma namzetlikleri itibariyle, o milyonlar mâsumların da hukuk-u mâneviyeleri nâmına...
“Ve, Hz. Üstad’a sadâkat borcumuz olarak deriz ki: Şimdiye kadar böyle gazete lisânıyla, Risâle-i Nur’un asliyetini değiştirme tarzında ve adeta MEYDAN OKUMA edâsıyla, böyle bir itiraz yapılmamıştı.”
* * *
Muhterem ağabeylerimizin müdellel ve mükemmel mahiyette vermiş oldukları muknî cevaptan bazı pasajları aktarmayı daha sonraya bırakarak, şimdi bu vebâlli işin altına kerhen sokulan Latif Erdoğan’ın, o günlerde neler hissedip nelere şahit olduğunu ortaya koyan elem, keder, teessür ve dahi itiraf yüklü ifadelerine şöyle bir nazar gezdirelim....
Suâl: Risâlelerin sadeleştirilmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Cevap: Söze, derin bir yarama dokunarak başladınız. Bilmem ki bu acıyla itidâli koruyarak sözü sürdürebilecek miyim?
Sanırım doksan (1990) yılıydı. Abiler, Abdullah Aymaz'ın yaptıklarından rahatsızlıklarını Hocaefendiye nakletmişler. O sıralarda Abdullah Aymaz, Risâlelerden bazı bölümleri sadeleştirerek kendi imzasıyla kitaplaştırıyordu.
Gerekçe, ortaokul ve lise çağındaki gençlere, bu hakikatlerin anlayacakları bir dille ulaştırılmasıydı.
Hocaefendi, konuyu ilk bana açtı. Çok üzüntülüydü.
Abdullah Aymaz'ı çok sevmeme rağmen yaptığını tasvip etmiyordum.
Hocaefendiye “Abdullah Abi de bu yaptığından vazgeçsin” dedim.
Ben kendisinin de yapılandan rahatsız olduğunu zannetmiştim...
Birden celâllendi: “Ne var bunda! Başka türlü o gençlere bu hakikatler nasıl ulaştırılacak? Yüzlerce insanın imanının kurtulmasına vesile oluyor” dedi.
Biraz sonra Abdullah Aymaz'ı da telefonla bulunduğumuz yere çağırdı. İstişare ettik. Abilere bir cevap yazmakta mutabakata varıldı. Yazı benim üzerime kaldı. Hayatımda belki ilk ve son, inanmadığım bir konuda, dost hatırına o yazıyı yazdım.
Ertesi gün yatağa düştüm. Günlerce yüksek ateşli bir hastalık yaşadım.
İlhan İşbilen, Zaman gazetesinin genel müdürüydü. Beni aradı. Gazeteye yüzlerce mektup yağmıştı, ne yapacağımızı soruyordu.
Hasta halde gazeteye gittim. Yüzlerce mektubu ondan alarak eve geldim. Bütün Nur Talebeleri tepkilerini dile getiriyorlardı.
Her eleştiri mektubu içimi sevinçle dolduruyordu. “Demek ki Nur’un kahramanları dimdik nöbette” diye seviniyordum.
Kimseye tek kelime cevap yazmadım. O talihsiz yazıyı da kitabıma almadım.
Abiler (yukarıda ismi geçen Üstad’ın hizmetkârları MLS), bana çok ciddi bir yazıyla mukabele edip neşrettiler.
Rabbim şahit, bu tür cevaplara en çok sevinenlerden biri bendim. Buna rağmen, o yazının vebalinin ağırlığını size şunları aktarırken dahi vicdanımda hissediyorum.
Senelerce, Risâleleri yine eskisi gibi okumama rağmen, feyzinden, bereketinden mahrûm yaşadım. Günden güne Risâlelerin sesinin benden uzaklaştığını hissediyor, fakat sebebini izah edemiyordum.
Sonra, bir mürşid-i kamilin dergâhında, Üstadımı ve Nurları tekrar buldum. Onlara sımsıkı sarıldım. Ölünceye kadar da böyle kalmaya azimliyim, kararlıyım.
Suâl: Risâleler sizce sadeleştirilebilir mi?
Cevap: Risâleler sadeleştirilemez inancındayım. "Niçin"e vereceğim en kısa ve net cevap, “imkânsızlığı sebebiyle” şeklinde olacaktır.
Çünkü, Risâle-i Nurun yüzde doksanının içeriği kendi alanlarına ait kavramlarla ancak anlatılabilecek konulardan oluşur. Kavramlar ise sözlük anlamlarıyla değiştirilemez; sadece şerh ve izah edilir. Zaten Üstadımızın ruhsatı da bu yöndedir.
Suâl: Risâlelerin sadeleştirilmeye ihtiyacı var mı?
Cevap: Risâlelerin sadeleştirilmesine yönelik yapılanlar, eğer gaflettense, büyük bir günah irtikap ediliyor, demektir.
Eğer belli bir kasıt söz konusuysa, bunun adı ihanettir.
Sadeleştirme adı altında insanları Risâlelerin özünden uzaklaştırmak, onun feyiz ve bereketinden istifadeyi sıfırlamaktır. Bediüzzaman gibi bir dâhinin bile kendisine mal etmekten tenzih ettiği Kur'ân mallarının değerini elmastan cam parçasına indirmektir.
Hayır, asla ve kat’a. Risâlelerin sadeleştirmeye hiçbir cihetle ihtiyacı yoktur. Okuyucusunun da, sadece onu okumaya, okumaya ve yine okumaya ihtiyacı vardır. Külliyat halinde okumaya, bir yerde mücmel bırakılan konunun bir başka yerde elvan elvan nasıl açıldığını görmeye ihtiyacı vardır. (Yeni Akit, 21 Ocak 2014)
Yarın: Ağabeylerin cevabı