Sadeleştirme adı altında Risâle-i Nur’da yapılan tahrifat işi, bazı kimselerde başlangıçta bir heves olarak uyanır, depreşir ve bilâhare fiilî bir teşebbüse dönüşür.
Bazı kişi ve gruplarda ise, bu iş bir “meydan okuma” şeklinde tezâhür eder.
İşte, bu ikinci şıktaki gruba ait bir yayınevi, önce tahrif edilmiş Lem’âlar’ı, ardından Sözler’i basıp neşretti. Şimdi de Mektubat’ı yayına hazırladıklarını belirtiyorlar... İşin acip ve tuhaf bir yönü de, bütün bu işlerin tam bir “meydan okuma” havası ve edâsı içinde sürdürülüyor olmasıdır. Şöyle ki:
• Müslim-gayrı müslim olan hemen herkesle “diyalog” kurmakla bilinen bu grubun temsilcileri, iş “Risâleleri sadeleştirme”ye gelince, hiç kimseyi takmıyor, tanımıyor, muhatap almıyor ve zerrece olsun diyalog kurma gereğini dahi duymuyor.
• Yarım asırdan fazla bir zamandır Nurları okuyan hizmet grupları, dahası Üstad Bediüzzaman’ın talebe ve hizmetkârları var. Bu meseleyi onlarla da görüşme, konuşma, danışma ihtiyacını duymuyor.
• Yıllar yılı onlara kardeşçe ve nazar-ı musamaha ile bakmış olan Bediüzzaman’ın hizmetkârlarını tahkir ve tezyif edercesine bir vaziyet takınıyorlar. Meselâ, bu yaşlı ve mübaret zâtların müşterek imza ile kaleme almış oldıkları mektuba cevap verme tenezzülünde dahi bulunmuyorlar.
•Türkiye’de normal kitap baskısı 5 bin adet civarında olmasına mukabil, bunlar tahrif edilmiş her kitabı 100-150 bin adet basıp piyasaya sürüyorlar. Bu tarz bir neşriyatın, piyasadaki normal “arz-talep dengesi” ile uzaktan yakından bir alâkası yoktur. Hiç talep miktarına bakılmadan, kitaplar arz ediliyor. Adeta, aslının yerine tahrif edilmiş olanı ikame edilmek isteniyor. Bu iş için ayrıca mağazalarda özel stantlar kuruluyor; gelen herkese özellikle bu nüshalar pazarlanmaya çalışılıyor.
Bütün bu yapılanları iyi niyetle düşünüp değerlendirmenin bizce imkân ve ihtimali kalmıyor.
Zira, burada en başta Üstad Bediüzzaman’a meydan okuma var. Onun “Kabiliyetine göre herkesin anlayacağı, istifade edeceği tarzda yazıldı” dediği Nur Risâlelerine, onun aziz, fedâkâr talebelerine, onun ve talebelerinin katışıksız Nur hizmetine bir meydan okuma hali var.
1960’larda sadeleştirme girişimi
Risâle-i Nur’u sadeleştirme çabası yeni değil. Son 50-60 yıllık zaman zarfı içinde, birçok kişi bu işe teşebbüs etti. Teşebbüslerin bir kısmı akim kaldı, bir kısmı halen devam ediyor.
Sadeleştirme işine, en başka Üstad Bediüzzaman sıcak bakmadığı, izin vermediği, hatta bu işi yapana hakkını helâl etmediği gibi, onun has talebeleri de dünden bugüne kadar hep aynı tavrı sergileye gelmişlerdir.
Bu sadeleştirme işini yapan, ya da savunan günümüzde birçok kişi olmakla beraber, özellikle bir hocaefendinin ismi daima ön plâna çıkıyor.
Bazıları, bu zâtın sadeleştirmeye nasıl baktığını tam olarak bilmemekle beraber, bazı kimseler de sanki bu işe yeni el atılmış olduğunu zannediyor.
Oysa, bu hikâyenin evveliyatı çok eskilere dayanıyor. İşte size ispatı...
Kaynak: http://tr.fgulen.com/content/view/12061/15/
Bu web adresteki “Necip Fazıl, Risâle-i Nurları sadeleştirmek istedi” başlığı altında (31.03.2004’te) anlatılanların bir özeti aynen aşağıdaki gibidir...
Köprüaltı diline çevirme aşkı!
Merhum Necip Fazıl'ı (1965’te) Kırklareli'ne konferansa çağırmıştık. O zaman orada vaizdim. Kendisine talebelik yapanlarla gelmişti. ...Akşam bir yemekte beraber bulunduk. Güzel şeyler konuşuldu. Ben saygımı ifade ettim.
Necip Fazıl bana dedi ki: "Bediüzzaman, Sultanahmet'in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat, köprünün altında yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman'ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o insanların diline göre onu sadeleştirsem."
Ben burada Necip Fazıl'ın tevazuunu ve mahviyetini görüyorum. Ona "Üstadım bu mesele beni aşar. O büyük zata birinci safta hizmet etmiş, kitaplarını yazmış, istinsah etmiş, basmış, dağıtmış insanlar vardır. Bu mevzuda söz onlarındır. Bana sadece bir elçilik düşer. Bu elçiliği yaparım" dedim.
Çok yumuşamıştı. Hatta Büyük Doğu'nun üst üste iki sayısında yazdı. Bu yazıları bizim arkadaşlarımız sorguladılar. Üstad için ölebilecek çok vefalı birisi (Zübeyir), sorguladı.
Hoşlanmadı yani...
Hoşlanmadı. Sonra bizim rahmetli Bekir Berk Bey geldi. Necip Fazıl'ı kastederek bana dedi ki, "Keçeli ne yaptınız, adamı fethetmişsiniz? Sen kitap vaat etmişsin ona. Külliyatı verecekmişsin. Gel ver." Ben de İstanbul'a kitapları vermeye gittim.
Fakat, bizim gibi düşünmeyen, benim de hatırını kıramayacağım birisi (Zübeyir Gündüzalp) beni çağırdı. Oldukça ciddî itap etti: "Bu kitaplar, böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor ki sadeleştirecek?" dedi.
Ben de haşlandım orada. Sonra Bekir Berk'e "Abi beni mahvettin. Söz verdim bu işi yapmaya. Buraya geldim, hışma uğradım" dedim.
O da "Kardeşim, bizim aklımız her şeye ermez. Onlar bilirler" dedi. Bu sözleri söyleyen kişiye (Zübeyir Abiye) onun da saygısı vardı. Öyle geçiştirdi meseleyi.
Çok dar görüşlülük. Öyle değil mi?
Ben artık vefat etmiş o zat hakkında öyle düşünmek istemiyorum. Fakat, keşke öyle olmasaydı. Necip Fazıl gibi belli kredisi olan bir insan tarafından onun kendisine has üslûbuyla, kendisini sevenlerle olabilirdi o gün.
Geç kalındı. Haddim olmayarak, korkarak, titreyerek bazı parçaları kendi kırık-dökük cümlelerimle bir mecmuada biraz sadeleştirdim. İktibaslar halinde bir kitap olarak da çıktı.
* * *
Bu ifadelerden açıkça anlaşılıyor ki: Üstad Bediüzzaman’ı ziyadesiyle üzen, sadakatte birinci talebesi Zübeyir’i hiddete getiren Necip Fazıl’ın, o ikide bir nükseden sadeleştirme arzusu haklı bulunuyor ve bunun müdafaası yapılıyor.
Dahası, bu işte geç kalındığı için, bizzat kendisinin bu işi yapmaya teşebbüs ettiğini beyan ediyor.
Bir başka meydan okuma: 1990
Bir sonraki yazıda, 22 Ocak 1990 tarihli Zaman gazetesinde çıkan ve “Risâle-i Nur’un sadeleştirilmesinin gerekliği” iddiasında bulunan bir yazıya mukabil, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Said Özdemir, Ahmed Aytimur ve Hüsnü Bayramoğlu imzasıyla yapılan müstakim açıklama üzerinde durmaya çalışalım.
................................
Twitter hesabımız: @salihoglulatif