Adalet ve hak aralarında çok sıkı ilişki olan iki kavramdır. Hakkı esas almayan bir adaletten söz edilemez.
Hak, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “bireylerin hukukun gerektirdiği veya birine ayırdığı durum, kazançlı hâl” anlamına gelmektedir.
Adalet ise, bir bakıma hakkı gerçekleştirmektir. Herkese kendi payına düşeni vermek, bunun yol ve yöntemlerini belirlemek olarak tarif edilebilir.
Aksi takdirde toplumda adaletsizliğe dair, güçlünün iradesinin dayatıldığı, haklının hakkının elde edemediği, edemeyeceği yönünde bir düşünce oluşur. Bu da toplumsal barışı bozar, hoşnutsuzlukları tetikler, bir arada yaşama şartlarını olumsuz etkiler.
Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili birçok ayet vardır. Peygamber Efendimizin (asm) bir takım hadislerinde, tutum ve davranışlarında adaletin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin ilkeler görebiliriz. Meselâ “Hırsızlığı yapan kızım Fatma da olsa cezasını veririm” gibi. Bunlar bugün de geçerli ve öyle de olmalıdır zaten.
İnsan doğuştan gelen vazgeçilmez, devredilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Bu hak İslâm kültür ve medeniyetindeki “kul hakkı”nın ta kendisidir, Müslim-gayr-i Müslim herkesi kapsar. Kur’ân-ı Kerîm ve onun bir tefsiri olan Risale-i Nur, insanı ve toplumu; fikren, ruhen, hissen olgunlaşmaya, medeniyet ve kültürde tekemmül ve tekâmüle götürür. Böylece akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selimi ortaya çıkararak insanlarda kul hakkı fikrinin pekişmesine yardımcı olur.
İnsan hakları anlamında düşünce ve kanaat hürriyeti, inanç hürriyeti, yoksulluktan kurtulma hakkı ve hürriyeti, korkudan uzak yaşama hakkı ve hürriyeti; insan haklarından söz etmenin olmazsa olmazlarıdır.
Adalet toplum ve devletin temeli, devletin varlığının başlıca gayesi ve devlet yönetimine hâkim olan en önemli unsurlardan biridir. Dolayısıyla adaleti hukuka ulaşmanın ya da hukuku tatbik etmenin amacı olarak görmek gerekir. Topluma uygulanan hukuk kuralları âdil olmadığı takdirde, bu hukuk kurallarına riayet edilmemesi gerektiği yönünde felsefî akımların tavsiyesi toplumda taraftar bulur ve bunun sonucunda da zulümler yaşanır.
Adalet çerçevesinin dışına çıkan siyasî tarafgirlik hâllerinde, hukuk kuralları kâğıt üzerinde kalmaya, tartışma konusu olmaya veya uygulamada sorunlar doğurmaya mahkûmdur.
Üstad Bediüzzaman, “Risale-i Nur’daki şefkat, hakikat, hak, bizi siyasetten menetmiş. Çünkü masumlar belâya düşerler; onlara zulmetmiş oluruz.” dedikten sonra, siyaset tarafgirliği ile hareket edenleri şu şekilde tanımlıyor; “mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.”1
Siyaset alanında böyle olduğu gibi genel anlamda da bu böyledir: Hukuk kuralları tarafgirlikle yani âdil olmadan uygulanırsa çok kötü sonuçlar doğurur. Hakkı olana hakkı verilmediği gibi suçluya da hak ettiği ceza verilmez olur.
Başlığımızın cevabı olarak en güzel cümle, aşağıdaki ayet-i kerîme olabilir. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”2
Dipnotlar:
1- Şualar, s. 323.
2- Maide Suresi: 8.