Arapça “Selefiye” denen Selefilik, İbn-i Teymiye olarak şöhret bulan kişinin fikirleri etrafında toplanan bir fırkadır ve itikadî bir mezheptir. İbn-i Teymiye, Eşarî ulemasının görüşlerine muhalif gittiği için halkın ve idarecilerin öfkesini çekmiştir.
BİRİNCİ BÖLÜM: SELEFİLİĞİN TARİHÎ KÖKENİ
Arapça “Selefiye” denen Selefilik, İbn-i Teymiye olarak şöhret bulan “Harran”da doğan Kürt kökenli Ebu’l-Abbas Takıyyuddîn Ahmed b. Abdülhalîm b. Mecdiddîn b. Abdüsselâm b. Teymiye’nin fikirleri etrafında toplanan bir fırkadır ve itikadî bir mezheptir.
Tarihî geçmişine baktığımız zaman mezheplerin teşekkül etmesinden önceki dönemde yaşayan “Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabîn”e Selef, mezheplerin teşekkülünden sonra mezheplere bağlı olanlara da “Halef” yani, “Öncekiler ve Sonrakiler” denilmiştir. Zira halef ve halife sonradan gelen manasındadır.
İbn-i Teymiye H. 661 - M. 1263’de Harran’da doğmuş Moğol istilâsından dolayı âlim olan babası ile Şam’a gitmişlerdir. Babası Şam Emevî Camii’nde vaaz yetkisine sahip olmuştur. Fakih (Hukukçu) ve Muhaddis olan İbn-i Teymiye daha çok Hanbeli Mezhebi ile ilgilenmiş, Felsefe ve Mantık okumuş, Arap dili ve gramerine ve zamanın ilimlerine aşinâ olmuştur. Ancak tasavvufu da mezhepleri de eleştirerek kendine göre “Kur’ân İslâmı” yöntemi ile bir usûl oluşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’i kendi görüşleri ile tefsir ediyor ve hadisleri de kendisine göre değerlendiriyordu. Bu yönü ile “Ehl-i Sünnet” ulemasının ve mutasavvıfların öfkesini çekmiştir. Allah’ın sıfatları konusunda mecazı kabul etmeyen İbn-i Teymiye cennet nimetlerini mecazi kabul etmesi de onun tutarsız fikirlere sahip olduğunu göstermekte ve kendi kendisi ile çelişmektedir.
Muhiddin-i Arabi’yi eleştirdiği gibi onun Sufizmini de eleştirmiş, aklî yorumlara girmeyip âyet ve hadislerin zahirini esas aldığı ve Selef ulemasının bu konuda fikir beyan etmediğini söyleyerek Eşarî ulemasının görüşlerine muhalif gittiği için halkın ve idarecilerin öfkesini çekmiştir.
Moğollara karşı savaş fetvası vermiş ve aktif şekilde savaşa iştirak etmeleri konusunda halkı teşvik ederek diğer âlimlerden ayrılmıştır. Şam’da duramayıp Mısır’a gitmiş orada da Sufilerle çatışınca hapse atılmış ve işkenceye maruz kalmıştır. Tekrar Şam’a gelmiş, orada da hapse atılmış, ama ehl-i Sünnet mezheplerine muhalif görüşlerinde ısrar etmiştir. Nihayet 1328’de vefat etmiştir.
Akaid konusunda 20 Risalesi, Fıkıhla ilgili 300’den fazla kitabı vardır. Bazı kitapları “Mecmau’r-Resail” adı altında basılmıştır. Fetvaları “Mecmuatu’l-Feteva” ismi ile basılmıştır. “Siyasetü’ş-Şer’iyye” ve “El-Hisbe fi’l-İslâm” isimli eserleri meşhurdur. Mantıkla ilgili “Nakdu’l-Mantık” ve Şianın fikirlerini çürüten “Minhâcü’s-Sünnetü’n-Nebeviyye” isimli eserleri de meşhurdur.
Yetiştirdiği talebelerinin en meşhurları “İbn-i Kayyum el-Cevzi” ve “Şemsüddin Ebu Abdullah Muhammed ez-Zehebî”dir. Son dönemde Muhammed Abduh da onun fikirlerinden etkilenenlerdendir.
İbn-i Teymiye’nin görüşleri ve eserleri kendisini Hanbeli Mezhebi’ne yakın gördüğünü ifade ettiği için Hanbeli Mezhebi’nin yaygın olduğu Arabistan’da Vehhabilik akımının doğmasına zemin hazırlamıştır.
Vehhabilik
İbn-i Teymiye’nin görüşleri “Selef Ulemasını” esas aldığını söyleyen Muhammed b. Abdulvahhab (Doğumu H. 1115 / M. 1703 - Uyeyne) tarafından geliştirilerek Vehhabilik olarak ortaya çıkmıştır.
Uyeyne kadısının oğlu olan Muhammed b. Abdulvahhab babasının yanında tahsili yapmış, Mekke ve Medine’de ikmal etmiştir. Basra’da “Tevhid” konusunda tartışmalara girmiş, “Kitap ve Sünnet” dışında Ehl-i Sünnet’in “Kıyas ve İcma” delillerini kabul etmeyerek Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrı bir meslek takip ettiğini ortaya koymuştur.
Abdulvahhab Tarikat ve Tasavvufun “Tevhid” akidesini bozduğunu iddia ederek “Tekke ve Türbelerin” şirk olduğunu savunmuştur. Fikirleri daha önce Hz. Ali (ra) ile savaşan Müseyleme’ye tabi olan Haricilerin bulunduğu Necid halkının dikkatini çekerek sahip çıkmışlar, Abdulvahhab’ın fikirlerini benimseyerek yaygınlaştırmışlardır. Abdulvahhab’ın şirke düşenlerin kanlarını helâl sayması ile de nice insanlar kılıçtan geçirilmiş ve malları ganimet kabul edilmiştir. (Bakınız: Bediüzzaman, Mektubat, 2005, s. 615-623.)
Abdülvehhab daha sonra fikirlerini cebir yoluyla kabul ettirmeye çalışması üzerine, Necid’in güçlü kabilelerinden Halidoğullarının reisi Süleyman b. Ureyir Abdülvehhap’ın öldürülmesini veya sürgün edilmesini talep eder. Bunun üzerine İbn Abdülvehhap, Riyad’a çok yakın bir yer olan Deriyye’ye gelir ve emir Muhammed b. Suûd’la anlaşır. Böylece Vehhabî devletinin temelleri atılmış oldu. (M. 1744).
Abdülvehhap ölünce, (M. 1791) onun izinden giden Muhammed b. Suûd, bu fikrin özellikle siyasî cephesini yaymaya ağırlık vermiştir. Osmanlı hükümet merkezinden uzak olmaları, en önemlisi de Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile meşguliyetleri büyük rol oynamıştır. Bu durumdan istifade eden Vehhabîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhabîlerin öldürülmesini bahane ederek, 10 Muharrem 1802’de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirdiler ve Hz. Hüseyin Efendimiz’in türbesini de yağmaladılar. 18 Şubat 1803’de de Taif işgal edildi. Hz. Ali Efendimiz’in (ra) kabrini, Harem-i Şerifi ve Ravza-i Mutahharayı yağma ve talan ettiler.
Taifte kütüphaneleri yağmaladılar, Ehl-i Sünnet ulamasının kitaplarını Buhârî ve Müslim’in hadis kitaplarını ayaklar altına attılar.
“Vehhabiler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Târih-i Cevdet, 7: 206; 7:262-263.)
Taif, Mekke ve Medine’yi ele geçiren İbn Suûd, halka şöyle hitap ediyordu: “Sizin dininiz bugün kemal derecesine erişti, İslâm’ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakk’ı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız. Artık aba ve ecdadınızın batıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrûdur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir...” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175.)
İbn-i Suud daha sonra Medine halkına şu talimatları verdi: “Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek. Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek. Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balıksırtı toprak yığılmış hale getirmek. Muhammed b. Abdülvehhap’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak. Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dâhil, şiddetli takibata uğratmak. Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek. Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İslâm Ansiklopedisi, 13: 266; Dr. Vehbi Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Nihayet 1800’lü yıllara gelindiğinde Vehhâbî devleti, Halep, Hind Okyanusu, Basra Körfezi, Irak ve Kızıl Deniz’e kadar yayılmış oldu.
Vehhabiliğin, büyük bir tehlike olduğunu gören Osmanlı Devleti’nin hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereğinin yapılması için talimat vermişti. Paşanın oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medine, Mekke ve Taif Vehhabiler’den geri alındı. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suud’un üzerine gitti. İbn Suud direndi ise de 1814’de ani ölümü üzerine Vehhabiler hezimete uğradı ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818’de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderip astırdı. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak bu savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türki b. Abdillah, Necid bölgesinde yeniden faaliyete başladı ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başardı. Sonraki yıllarda birtakım hanedan tartışması oldu ise de Suud hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya etti. Ayrıca Hindistan ile İngiliz hükümetinin de desteğini alan Abdülaziz b. Suud, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necid, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. Bu anlaşmaya göre, İbn Suud’un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra miras yoluyla haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahtın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhinde olamayacağı, onların istediklerini yapacakları birtakım hususlar hükme bağlandı.
Birinci Cihan Harbi’nde mağlûp olan Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine’den çekilince Vehhabiler, 1921-1925 yılları arasında Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi tekrar ele geçirdiler. Abdülaziz b. Suud, 1926 tarihinde “Necid ve Hicaz Kralı” olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması ile de tam istiklâlini ilân etti ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtuldu. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suudiyye Krallığı” şeklinde değiştirdi. Abdülaziz b. Suud, ölümüne kadar (1953) Suudi Arabistan Kralı olarak saltanatını sürdürdü.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Vehhabiliğin kurulmasında, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Harbi’nde mağlûp olması, İngilizlerin Vehhabilere para ve silâh yardımı yapması ve özellikle de İngiliz casuslarından Hempher’in büyük katkısı olmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri “Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi her bir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.” (Mektubat, 2005, s. 615-623.)
Günümüzde Vehhabilik, Suud-i Arabistan’ın resmî mezhebidir. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde de taraftarları mevcuttur. Bu inancın temelinde sertlik, taassup ve kendi düşüncelerinde olmayanları küfürle itham etmek vardır. Bunun içindir ki, onlar, kendilerine “Muvahhidûn” demekte ve kendilerini İbn-i Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görmektedirler. Onlar; “Biz, itikatta selef, amelde ise Hanbelî Mezhebi’ndeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, itikat hususunda Selef mezhebinin Nasscı (Eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve itikatta Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdülvehhap, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir” derler.