Bilhassa yaşı kemale erip evvelâ 40’ı, sonra 50’yi deviren ve kabir tarafına yolculuğu daha da hızlanarak devam eden bizim gibilerin sıkça okuması gereken eserlerden biri Yirmi Altıncı Lem’a: İhtiyarlar Risalesi.
Oradaki derin tahliller fikir ve kalbimizi aydınlatırken, Kur’ân kaynaklı müjdeler de fâni dünyadan ayrılış vakti yaklaştıkça artan endişelerin ruhumuzda açtığı yaraları tedavi ediyor.
Meselâ On Birinci Rica’ya bu gözle bakalım.
Orada Üstad, esaret dönüşü İstanbul’daki hayatını anlatıyor. Şehrin en güzel yerlerinden biri olan Çamlıca’da bir köşk tahsis edilmiş. Çok sevdiği ve “manevî evlâdı” olarak gördüğü yeğeni Abdurrahman’la beraber orada oturuyor.
Büyük itibar görüp el üstünde tutuluyor.
İlimdeki erişilmez seviyesine çok yakışan bir görevle, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine tayin edilmiş, dine başarıyla hizmet ediyor. Kitaplar yazıyor ve başta almak istemeyip, ısrarlar üzerine kabul ettiği, ama çok az bir kısmını zarurî ihtiyaçları için kullandığı maaşının kalan kısmıyla bu kitapları bastırarak parasız dağıtıyor.
“Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes’udane bir hayat sayılabilirdi” diyor, ama devamında gelen “Dünyada herkesten ziyade kendimi mes’ut bilirken âyineye baktım” cümlesinden itibaren durum değişiyor:
“Saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. ...
“Kalben merbut (bağlı) olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye (dünyadaki mutluluğa vesile) zannettiğim hâlâtı (halleri), esbabı (sebepleri) tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor.”
Sonrasında çok ilginç bir örnek veriyor:
“O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi.” (Lem’alar, s. 530-1)
Demek ki, insanı en çok sarsan şeylerden biri de, en yakın dostu bildiklerinden gördüğü sadakatsizlik ve vefasızlıklar. Sezar gibi bir hükümdara “Sen de mi Brütüs?” dedirten arkadan hançerlemeler ve “dost kazıkları.” İyilikten başka birşey yapmadığınız ve her sıkıştıklarında yardımcı olduğunuz insanların sizi “satıvermeleri.”
O zaman Üstad da böyle birşey yaşamış.
Ve o “ihanet darbesi”nden şu dersi çıkarmış:
“ ‘Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım’ diyerek taharrîye (araştırmaya) başladım.”
Ulaştığı sonucu da şöyle ifade etmiş:
“Cenab-ı Hakka yüz bin şükür olsun, bütün o hakikatsiz, tatsız, âkıbetsiz ezvak-ı dünyeviye (dünyevî zevkler) yerine, hakikî, daimî ve tatlı ezvak-ı imaniyeyi (imanî zevkleri) Lâilâheillallah’ta ve nur-u tevhidde (tevhid nurunda) bulduğum gibi, ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil (ağır) görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhidle çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.” (s. 538)
Risale-i Nur’daki diğer bütün izahlar gibi bu da son derece ferahlatıcı ve rahatlatıcı bir tesellî.
Gerçek şu ki, hiçbirimiz dünyada kalıcı değiliz. Her gün dünyadan 200 bin insanı çekip alan ölüm hakikati bir gün bizim kapımızı da çalacak. Bunun camiamızdaki şahitleri hemen her gün gazetede çıkan taziye ilânlarında görülüyor.
Bizatihî tanıdığımız son iki şahitten biri, Almanya’nın Köln şehrinde yaşamakta olan Rahime Bayram. Ki, 27 Mayıs’taki Üstadı anma toplantısında Kölnlü hanımlar, hazırladıkları çok güzel bir sinevizyon programıyla hem Rahime Teyzeyi, hem de yıllar önce hizmet yolunda manevî şehit olan Tireli Ahmet Avcu’yu andılar.
Ve yine Tire’den, oraya her gidişimizde küçük matbaasında ziyaret edip çayını içerek sohbet ettiğimiz isimsiz hizmet kahramanlarından Ali Düzdemir de Hakkın rahmetine kavuştu.
Ailelerine ve hizmet arkadaşlarına tekrar taziyelerimizi sunuyoruz. Mekânları Cennet olsun.