Osmanlının son döneminde padişahın “zayıf istibdad”ına karşı hürriyet mücadelesi veren Jön Türklerden bazılarının masonlukla ve dine zarar vermekle suçlanmasını “İstibdat kendisini devam ettirmek için bu telkinleri yapıyor.
Bazı lâubalilikler de [dine lâkayt tavırlar] bu vehme kuvvet veriyor” diye yorumlayan Üstad Bediüzzaman’ın onlarla ilgili kendi değerlendirmesi şöyle:
“Fakat emin olunuz ki, onların masonluğa girmeyen kısmının maksatları dine zarar değildir, belki milletin selâmetini temin etmektir. [...] Bir kısmı İslâmiyet fedaileridir, bir kısmı da selâmet-i millet fedaileridir. [...] Ve sizin şu aşairiniz [aşiretleriniz] kadar ulema ve meşayih [âlim ve şeyhler], Jön Türkler meyanında mevcuttur. Vâkıa onlarda birtakım edepsiz, çok sefih masonlar dahi bulunur; lâkin yüzde ondur, yüzde doksanı sizin gibi mu’tekid [inançlı] Müslimlerdir.” (ESDE, Münazarat, s. 255.)
(Dini siyasete alet eden zihniyetin takipçileri tarafından yıllar boyu “patates dininden olmak”la suçlanan demokrat kadrolar içinde de beş vakit namazını terk etmeyen, hocalık ve vaizlik yapmış, dinî hassasiyeti yüksek birçok insan vardı.)
Üstadın Jön Türkler için söylediği birşey de şu: “Bazıları dine lâyık olmayan bârid [soğuk] taassuba müfritane ilişiyorlar.”
Aslında bunların kastı din ve dindarlık değil; dinle de bağdaşmayan hurafe ve taassup. Ama bu hassas konuda kullandıkları üslûbun doz ve ayarını kaçırıp meramlarını düzgün şekilde ifade edemeyerek maksadı aşan sözler sarf ettiklerinde gereksiz incinmelere sebep oluyorlar.
Böylesi üslûp aşırılıkları olmasaydı, en az yüz yıldır devam eden ve bu şekliyle yakın zamanda bitmesi de mümkün görünmeyen mâlûm tartışmaları çoktan bitirmiş ve tatlıya bağlamış olmaz mıydık?
Gerçekte, bütün esaslarını akla tasdik ve teyid ettiren İslâmda taassup ve hurafenin asla yeri yok. Bunu en iyi bilenler de, İslâmı doğru anlayan ve yaşayan dindarlar. Dolayısıyla hurafe ve taassuba karşı mücadele verilecekse, bu işi en iyi başaracak olanlar da, konuya Üstadın verdiği ölçü ve parametreler çerçevesinde, dinle bilimi, vahiyle aklı kaynaştırarak bakabilen ve Kur’ân’ı da, kâinatı da aynı Yaratıcının birbirini tefsir eden kitapları olarak okuyabilen dindarlardan başkası değil.