Risale-i Nur’u okumanın, bir insanın hayatının akışını nasıl değiştirdiğini, Bediüzzaman Said Nursî’yi görmese de tanımanın, bilmenin; o insanı ne kadar memnun, mesrur, müsterih, müferrah ettiğini gösteren şahsına münhasır bir misaldi o.
Risale-i Nurlar’ı, askerliğini yapmak için gittiği Manisa’da ayakkabı tamircisi Hakkı Efendi vesilesiyle tanıdı. Ramazan, İktisat, Şükür ve İhlâs Risaleleri onun Kur’ân güneşinin in’ikas ve intişarı ile parlayan hakikatler ummanı, Risale-i Nur Külliyatı’na ulaşmasını sağladı.
Ondan sonra hayatının tenevvür safhası başladı. Hayatındaki değişikliği görüp takdir ederek buna kimin veya neyin vesile olduğunu soran asker arkadaşlarına ve komutanlarına Bediüzzaman’ı anlatıp Risale-i Nurlar’ı vererek hizmete başladı.
Terhis olunca Manisa Ulu Camii’nin hücresine kapanarak Külliyatı tekrar tekrar okudu. Risale-i Nur’u okuyup anladıkça, ruhunu Said Nursî Hazretleri’ni ziyaret etme iştiyakı sardı. Bu hususu, kendisine yardımcı olan ve cami hücresinde kalmasını sağlayan Emin Hocaya danıştı.
Hoca Bediüzzaman’ın, kendisinin bile ziyaretini kabul etmediğini, ziyaret etmek isteyenlere Risale-i Nurlar’ı okumalarını tavsiye ettiğini söyleyerek vazgeçirdi. O da ruhunu saran iştiyakı, daha çok Risale okuyarak teskin etmeye çalıştı.
Annesinin hastalandığını öğrenince Gönen’e döndü. Annesi, hep hâfız olmasını istediği oğlunun hayatındaki değişikliği görünce çok sevindi ve onun, o nuru nerede bulduysa oraya gitmesini söyledi. Mehmed tereddüt içindeyken rüya ile yakaza arası manidar bir hal yaşadı.
Karanlık ve karışık bir yerdeydi. Ne olduğunu, ne yapması gerektiğini bilmemenin korkusu içinde titrerken birden ahval değişti, karışıklıklar düzeldi, güneş doğdu, karanlık dağıldı. Odasındaki Risalelerin bulunduğu yer aydınlandı, ışık huzmeleri hareketlendi. O anda, kalpaklı silueti ile şekillenen Bediüzzaman Said Nursî kendisine hitap etti.
“Kardeşim! Sen Risale-i Nur’u oku, korkma, konuş.”
Şayet o zaman Üstadını ziyaret edebilseydi, yeni talebelerinin fıtratlarına, hissiyatlarına, meziyetlerine bakarak, onun gibi olması, onun yerini alarak hizmetlerini ifa etmesi için ‘has, erkân, sahip’ sıfatlarını taşıyan talebelerinden birine onun ismini veren Said Nursî, muhtemelen ona ‘İkinci Zübeyir’ derdi.
Mehmed Kutlular, Üstadını ziyaret ederek ‘İkinci Zübeyir’ sıfatını alamadı, ama rüyada da olsa onun mezkûr hitabına mazhar oldu. Kaderin sevkiyle İstanbul’a geldi. Zübeyir Gündüzalp’in yanında kaldı. Ondan Risale-i Nur’u yaşama ve hizmette meşveretle hareket etme, istikrarı sağlama, istikameti koruma dersleri aldı. Onun, fıtratını nazar-ı itibara alarak verdiği her türlü vazifeyi hakkı ile ifa etti ve fiilen ‘İkinci Zübeyir’ oldu.
Bediüzzaman Said Nursî’nin tavzif manası da taşıyan o hitabı, Mehmed Kutlular’ın bütün hasselerini, lâtifelerini, istidatlarını, kabiliyetlerini harekete geçirdi ve hayatını nurlandırarak nuranî meziyetler manzumesi haline getirmesine vesile oldu.
Meselâ, sadece ‘M’ harfi ile başlayan onlarca meziyeti vardı.
Elbette ‘mü’mindi, müslimdi, mütedeyyindi, mutekiddi, müeddepti, muttakî idi. Fakat ‘münzevî’ mizaçlı, ‘mürid’ fıtratlı değildi.
Mezkûr hitaba itaat edip Risale-i Nur’u tekrar tekrar okudukça hayatı nurlandı ve ‘münevver’ sıfatını alırken ‘mutî’ meziyeti tezahür etti. Gönen’in, kendi tabiri ile ‘kavgacı, asabî, inatçı, hırçın’ çocuğu; Manisa’nın çalışkan, heyecanlı, hareketli, mütereddit delikanlısı artık Allah’ın emir ve yasaklarına da, Nur hizmetinin esaslarına da tam mânâsıyla mutî idi.
O sayede adının mânâsını öğrendi ve yaşama meziyeti kazandı. Risale-i Nurlar’ı okudukça ibadetini, hamdini arttırdı, şükrünü ziyadeleştirdi. ‘Mehmed’ adı, Hazret-i Muhammed’in (asm) adının mahallî ve millî telâffuzu neticesinde teşekkül ettiği için o kudsî adı taşıma liyakati kesbetti.
Mehmed Kutlular, Risale-i Nurlar’ı okudukça olgunlaştı, maddî ve manevî yönden kemalât kazandı ve meziyetler manzumesine ‘mütekâmil’ sıfatını da ekledi. İnsan-ı kâmil vasıflarını her halinde ve hareketlerinde izhar ederek ‘müstesna’ hasletleri ile nesl-i atiye örnek oldu.
Kutlular ‘mert’ bir şahsiyetti. Zamanın her şartı, hâli, hadisesi karşısında ‘metin’ davranır, ‘metanetli’ hareket ederdi. Muhatabı şah olsa, paşa da olsa gözünde büyütmez; fakiri, fukarayı, gedayı küçümsemezdi. Üstadı ona ‘konuş’ dediği için hak, hukuk, adalet medar-ı bahs olduğunda doğruyu söyler, sözünü sakınmazdı.
Şahsî hayatında da hizmet esnasında da olabildiğince ‘mütevazı’ davranmaya gayret ederdi. Biri dâvâsına bühtan etmeye kalkarsa usûlünce ikaz ederdi. O muannit ve mütemerrit hareketinden vazgeçmezse ‘hervele’ yaparcasına onlara karşı dâvâsı ile ‘müftehir’ hatta muhatabına göre ‘mütekebbir’ davranırdı.
Üstadının ‘korkma’ hitabına istinat ettiğini söyler ve “Allah’tan başka kimseden korkmam, kimsenin karşısında eğilmem” derdi. Bu sayede ‘muvaffak’ olur, kendini ‘muzaffer’ hissederdi. Her vesileyle ‘zalimlerin zulümlerini yüzlerine haykırarak Allah’ın çok sevdiği hareketi’ yapardı.
Bu yüzden hayatında ‘maznun’ ve ‘mazlum’ sıfatlarını taşıdığı zamanlar da olurdu. Tıpkı Üstadı ve ağabeyleri gibi o da bunları zül addetmez, hapishaneyi medrese-i Yusufiye addederdi. Yerine göre ‘mülâyim’leşir, muhatabı müstahaksa ‘mütehakkim’ bir tavır alır ve her hal u kârda kazanırdı.
‘Mutemet’ti, Nur’un bekçi ‘muhafızı’ idi. ‘Müdebbir’ sıfatını hakkıyla icra eder, hadiseler karşısında ‘muvazenesini’ bozmazdı. Yapması gereken hizmeti, üzerine aldığı işi; bütün cihetlerini düşünüp her türlü ihtimali hesap ederek en ‘mütekâmil’ şekilde yapar; hayatının meziyet halkasına ‘mükemmeliyetçi’ vasfını da eklerdi.
Üstadının hayat düsturu olan ‘müstağnî’ hasletini, hayatının hasleti addetmişti. Bu halin icabı ‘müsrif’ değil ‘muktesit’ti. Aldığı bir kıyafeti itinalı, temiz, düzgün kullanır ve yıllarca giyerdi. Gazeteye giderken evinden sefer tası ile öğlen yiyeceği yemeğini, meyvesini de götürürdü. ‘Misafirperver’di. Azlığına, çokluğuna bakmadan yemeğini misafirleri ile paylaşır veya bazı mesai arkadaşları ile birlikte yerdi.
‘Maharetli’ ve ‘marifetli’ idi. Eline aldığı işin büyüklüğüne, küçüklüğüne, azlığına, çokluğuna, pahalılığına, ucuzluğuna bakmaz, yaparken bütün maharetini, marifetini kullanırdı. Zor şartlarda kıt imkânlarla koca müesseseleri idare ederdi. Mahdut malzemeden lezzetli yemekler yapar, özel harman hazırlayıp güzel çay demler, keyifle sade kahve içerdi.
‘Müteşebbis’ti. ‘İki günü eşit olan bizden değildir’ hadis-i şerifini şiar edinmişti. ‘Mukallit’liği sevmezdi. Hizmette de, müessesede de makul bulup teşebbüs etmediği saha yok gibiydi. ‘Münekkit’ değil ‘müşfik’ti. Arkadaşlarına ‘muavenet’ eder, imkân verir, fırsat tanır, ‘mütenevvi’ işler yapmalarını sağlardı.
‘Medenî’ cesaret sahibi idi. Rütbeliler, sıfatlılar, makamlılar, imkânlılar karşısında aşağılık kompleksine kapılmazdı. Muhataplarına lâyık oldukları şekilde ‘muamele’ ederdi. Bir hadise vuku bulduğu zaman ‘mütereddit’ hareket etmez, ‘muhakemeli’ ve kararlı davranırdı. Zorluklar karşısında ‘mütehammil’, olması gereken işlerde ‘musır’dı.
‘Müfrit’ değil ‘makul’dü, ‘menfî’ değil ‘müsbet’ti. ‘Meslek’te taviz vermez, ‘meşrep’te ‘müsamaha’lı davranırdı. Her meseleyi ‘meşveret’ ederdi.
Annesini, Üstadını, ahirete irtihal eden ağabeylerini, kardeşlerini, hizmet arkadaşlarını hatırladığı zaman ‘mütehassis’leşirdi. Bilhassa zındıka komitelerince ömrünün baharında hayatına kastedilen kızı Vildan aklına geldikçe hüzünlenir, çok sık görülmeyen bir hâl ile hallenir, hislenirdi. Yine de ‘metanetini’ kaybetmezdi. Zira ‘mukavim’di. Hususî hâlini umuma izhar etmez, mukavemeti sayesinde hislerini teskin ederdi.
Her insan gibi onun da yapılan hatalar karşısında kızdığı, hiddetlendiği zamanlar olsa da muhatabına bağırıp çağırmaz, hatasını telâfi etmek için ‘mühlet’ verirdi. Gücendiğini fark ederse ‘mizah’ meziyetini kullanır, ‘mülâtafe’ yapar, fıkralar anlatır, hafifçe vurup iterek gönül alırdı. Hislerinin, insanları incitmesine ve işlerini aksatmasına fırsat vermezdi.
BERZAH ÂLEMİNE GİDERKEN MİHMANDARI SELÂMLADI
Hep ‘mühim’ sözler söyler, ‘manidar’ hareketlerde bulunurdu.
Eyyûb Sultan Camii’ndeki namazı müteakip kabristandaki berzah menziline giderken de ona ‘münhasır,’ manidar bir hâl yaşandı. Her zaman cami bahçesinin dışından giden cenaze alayı —o gün yolun kapalı olması sebebiyle— ‘Mihmandâr-ı Nebî’ olan Eyyûb el-Ensârî’nin kabrinin önünden geçti. O da bir nevî, Sahabe Mesleğinin bir ‘mihmandârı’ idi. O vesile ile berzaha giderken ‘Mihmandâr’ı selâmladı. Ahirete irtihali ile o meziyetler manzumesine yeni sıfatlar eklendi. O artık ‘merhum’, ‘mağfur’ ve inşaallah Resul-i Ekrem’in (asm) ‘muhabbetine’, Rabb-i Rahim’inin ‘merhametine’ ‘mazhar’dır. Hülâsa o, bunlar gibi daha nice meziyetlerle ‘mücehhez’ Mehmed Kutlular’dı. Hatıraları ile hafızalarımızda, hizmetleri ile aramızda, meziyetleri ile de nesl-i âtînin hayatında yaşamaya devam edecek. Rahmetullahi aleyh.