"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman hayatî dersler için ölçüyü vermiştir

İslam YAŞAR
30 Aralık 2023, Cumartesi
Bediüzzaman Said Nursî, tarihte vuku bulan bazı hazin vakıaları ve yaşadığı zamanda meydana gelen elim hadiseleri medar-ı bahs ederek onlara ve gelecekte meydana gelmesi muhtemel benzer hadiselere Kur’ânî ve imanî bakış açıları getirir. Hayatın her safhasında ve her türlü hadise karşısında kullanılabilecek olan ve Risale-i Nur Külliyatında pek çok misâli bulunan o Kur’ânî, imanî, İslâmî, insanî bakış açısı ile Gazze’de, Filistin’de, Uygur’da, Ukrayna’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan mezalime bakarak hayatî dersler çıkarmak mümkündür.

SİYONİST MEZALİMİ VE BEDİÜZZAMAN’IN NAZARI İLE GAZZE
İSLÂM YAŞAR - 2

“İsrailoğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik. Siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız.” Kur’ân-ı Kerim İsra Suresi’nin 4. ayetinde, Yahudi milletinin beşeriyete vereceği zararı böyle ihbar ve ifşa etmiştir. Ardından da A’raf Suresi’nin 74. âyetinde “Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin” buyurmuştur.

İsrail, Yahudi milletinin tarihte kurduğu ikinci devlettir. Aradan geçen asırlar içinde pek çok meskenet hâli yaşamalarına rağmen tarihî hadiselerden ve İlâhî ikazlardan ders almamış olmalılar ki İsrail, kurulduğu günden beri yalnız bulunduğu bölgede değil, yeryüzünde dinî, siyasî, insanî, içtimaî, iktisadî, ticarî, ahlâkî fesat çıkarıp kan dökmeye devam ediyor.

Son çıkardığı fesat hepsinden dehşetli. Bu sefer sanal yalanlarda ve sahtekâr lobi faaliyetleriyle dünyanın menfaatperest, sömürgeci güçlü devletlerini yanına aldığı için çok daha zalim ve cüretkâr hareket ediyor. Onların desteğiyle Gazze’ye, Filistin’e ölüm ve zulüm yağdırıyor.

Gazze yer ile yeksan oluyor, Filistin kan ağlıyor. Onlarla birlikte âlem-i İslâm da ağlıyor.

Havadan, karadan, denizden atılan ve bir an bile dinmeyen bomba yağmuru altında bir avuç insan kahramanca vatanını müdafaa etmeye çalışıyor. Bu müthiş ölüm sağanağından sağ kalmayı başaranlar, bir yandan yaralananların yaralarını sarmaya, diğer yandan masum insanların parçalanan cesetlerini toplamaya çalışıyorlar.

İnsanlar, tarihte ilk defa dehşetli bir mezalimi film seyreder gibi televizyon, bilgisayar, akıllı telefon ekranlarından canlı yayınla naklen seyrediyorlar. Ama orada olanlar film icabı değil, fiilen yaşanıyor. Bunu bilen vicdanlar yaralanıyor, kalpler kanıyor. Ellerinden bir şey gelmediği için de itikatları bozuluyor, imanları sarsılıyor.

Hülâsa ‘İbret alınmadığı için tarih tekerrür ediyor.’ Zîra tarih, böyle hazin ve elim hadiselere pek yabancı değil. Benzer katliamlar, soykırımlar, zulümler, kanlı hadiseler, muhteris Yahudilerin müsebbipleri arasında yer alıp mühim roller oynadıkları ve otuz milyon kadar insanın öldürüldüğü Birinci Cihan Harbi sırasında nice mezalimler yaşanmıştı.

Lâkin o zaman haberleşme ve nakil vasıtaları bu kadar gelişmediğinden yeryüzünde yaşanan ölüm ve yıkım görüntüleri, ancak iptidaî fotoğraf makineleri ile zar zor çekilen fotoğraflarla dünyaya yayılmıştı. O siyah-beyaz, bozuk, silik görüntüler bile insanların dünyalarını altüst etmeye, itikatlarını sarsmaya yetmişti.

“Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi bîçarelerin, yoksa felâhı!

Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun,

‘Yandık!’ diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.

Mazlumları nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

Zalimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!”

O zaman hadiselerin pek çoğunu yaşayan, muhtemelen bazı akrabalarını da kaybeden merhum Mehmed Akif böyle başlamıştı “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım?” mealindeki A’raf Suresi’nin 155. âyetini tefsire. Manzumeye, okuyanları Allah’ın adaletinden şüpheye düşürecek kadar müessir mısralarla devam etmişti. (Safahat, Yeni Asya Neşriyat, s. 187)

“Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî? / Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî”

Böyle bitirmişti isyan hissinden ziyade, Cenâb-ı Hakka karşı nazlanma mânâsı taşıyan manzumesini. Mehmed Akif gibi bir mütedeyyin, müttakî, âlim insana ve istiklâl, itikat şairine böyle dedirten hazin, elim insan halleri ve dehşetli katliam görüntüleri, elbette taklidî iman sahibi avâm-ı mü’minîne çok daha farklı hissî isyan halleri yaşatabilir.

Aynı yıllarda yaşayan, onlara benzer nice hazin ve elim hadiselere şahit olan, bizzat içinde yer alarak maddî manevî tahribata mani olmaya çalışan Bediüzzaman Said Nursî ise “Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hazırda mükâfatımız nedir?” sorusuna, Kur’ânî bakış açısını muhtevî, insanların imanlarını şüpheye düşmekten, itikatlarını sarsılmaktan kurtaran; tesellî ve ümit veren müessir bir cevapla mukabele etmişti:

“Mükâfat-ı hâzıramız ise; fasık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehidlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 495)

***

“Bir zaman, bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: ‘Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm’ın mukadderatıyla alâkadar bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onlarla meşgul olmanın bir zararı mı var?’ dediler.”

Birincisinden çok daha dehşetli olan ve takriben altmış milyon insanın öldürüldüğü İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kastamonu’da sürgünde bulunan Bediüzzaman Said Nursî’ye talebeleri böyle bir soru sormuştu. Soruda savaşın gidişatını radyo vasıtası ile merakla takip etme temayülü vardı.

Merhum Said Nursî verdiği cevapta, sadece o zaman onların değil, her zaman, her hadise karşısında, herkesin o nazarla bakarak fayda görebileceği ölçüler ortaya koymuştu. Ömür sermayesinin azlığına, lüzumlu işlerin çokluna dikkat çekmiş, insanın daire olarak adlandırdığı kalp, mide, ceset, hane, mahalle, şehir, vatan, memleket, küre-i arz, nev-i beşer, zîhayat, dünya hususlarında vazifeleri olduğunu, oralarda meydana gelen hadiseleri merak edebileceğini hatırlatmıştı.

“En küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var; en büyük dairede küçük, muvakkat ve ara sıra vazife bulunabilir.”

Daireler ve insan arasına bu kaideyi koyduktan sonra, büyük dairelerin cazibesinin, küçük dairedeki ehemmiyetli hizmetleri ihmal ettirebileceğini, insanı lüzumsuz malayani, afakî meselelerle meşgul edeceğini, kıymetli vaktini kıymetsiz şeylerle öldüreceğini söylemiş ve bir başka tehlikeye dikkat çekmişti:

“Bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur, onun zulmünü hoş görür, zulmüne şerik olur.” (Asâ-yı Mûsa, s. 34)

Savaşın devam ettiği yedi sene boyunca tavrı değişmediği için zaman zaman tekrar sorulan öyle sorular karşısında ‘herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen, bakî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış’ olduğunu, onun da ancak iman-Kur’ân hizmeti yapılarak kazanılabileceğini, insanın bütün gücünü ve servetini o davayı kazanmak için harcaması gerektiğini söylemişti.

Mezkûr sorunun ‘Onlarla meşgul olmanın bir zararı mı var?’ şeklindeki şıkkına ise radyo vasıtası ile merakla, ciddî alâkadarâne, küre-i arzdaki boğuşmalara bakmanın, takip etmenin insana maddî manevî pek çok zararlar vereceği; insanın ‘aklını dağıtıp manevî divane olacağı, kalbini dağıtıp manevî dinsiz olacağı, fikrini dağıtıp manevî ecnebî olacağı’ (Kastamonu Lâhikası, s. 61) cevabını vermişti.

Bu müessir cevaba rağmen bazılarının merak hissinin tazyiki ve cazibedar yayınların tahriki ile taraftarane bir tavır takınıp hadiseleri takip etmesi, bazılarının da aynı hissiyatla izin vermesini ima ederek mezkûr soruyu tekrar sormaları üzerine “Muhakkak ki insan çok zalimdir” âyetinin tefsiri mahiyetindeki cevabını ibretli bir cümle ile bitirmişti:

“Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız, ben bakmadım ne kaybettim?” (a.g.e. s. 216)

O zamanın şartlarında, dünyada meydana gelen hadiseler sadece radyo ile takip edilebilirdi. Köylerde, kasabalarda da ancak mahdut sayıdaki kişilerde radyo bulunurdu. Bu gerçeği bilen Bediüzzaman’ın mezkûr cümlede ‘dinleme’ kelimesinden ziyade ekranları ima edercesine ‘bakmak’ fiilini kullanması manidardı.

Günümüzde evlerde, arabalarda, işyerlerinde binlerce radyo istasyonu ile bağlantı yapılabilen birçok radyo kanalının bulunduğu, televizyon, internet, akıllı telefon ekranlarından her an her hadisenin bakılarak ve dinlenerek takip edilebileceği gerçeği nazara alındığında, hadiseleri merakla takip etmenin ne kadar büyük zararlara sebep olabileceği anlaşılır.

Ülkede ve dünyada meydana gelen hadiseleri, o hususlarda vazifesi ve ihtisası olanların takip edebileceğini, bunun hususî haberleşme vasıtalarının olduğunu söyleyen Bediüzzaman; geniş dairede meydana gelen meseleleri, herkesi meraklandıracak ve kalbî, ruhî, dinî, şahsî işlerini ihmal ettirecek şekilde yayınlamanın, cemiyete vereceği zararları anlatmıştı:

“Onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalplerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalpleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla onlara göre malâyânî ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.” (Kastamonu Lahikası, s. 61)

***

Bediüzzaman Said Nursî, tarihte vuku bulan bazı hazin vakıaları ve yaşadığı zamanda meydana gelen elim hadiseleri medar-ı bahs ederek onlara ve gelecekte meydana gelmesi muhtemel benzer hadiselere Kur’ânî ve imanî bakış açıları getirerek insanları ‘divane, manevî dinsiz ve manevî ecnebî’ olmaktan kurtarmak istemişti.

Hayatın her safhasında ve her türlü hadise karşısında kullanılabilecek olan ve Risale-i Nur Külliyatında pek çok misâli bulunan o Kur’ânî, imanî, İslâmî, insanî bakış açısı ile Gazze’de, Filistin’de, Uygur’da, Ukrayna’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan mezalime bakarak bazı hayatî dersler çıkarmak mümkündür:

Birincisi: Tarihte defalarca yaşanan, günümüzde Gazze’de, Filistin’de irtikâb edilen mezalime bakıldığında, Yahudi milletinin Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ifadesini bulan tıynetinin, millî zaaflarının, zihniyetinin değişmediği, değişmeyeceği, onların yeryüzünde fesat çıkarmaya devam edecekleri bir kere daha ortaya çıkmıştır.

İnsanlık artık Yahudi milletinin gerçek yüzünü görmeli, menhus ruhunun mülevvesâtını teşhir etmeli, devletler, milletler İsrail ile olan bütün ilişkilerini keserek onları yalnızlığa itip kendi kanlı, kirli, iğrenç, muhteris halleri ile başbaşa bırakmalılar. Ülkelerinde iş yapan ve haram kazançlarını İsrail zalimleri ile paylaşan dessas insanların fabrikalarını, bankalarını, işyerlerini kapatmalılar.

İnsanlar da içinde yaşadıkları cemiyette bulunan Yahudi menşeli kişilerin, küçük bir istisna olan ve İsrail’in mezalimini kabul etmeyen, karşı çıkan iyi niyetli, merhametli fertlerine muhabbet ederken, katliamı destekleyen müesseselerle alışverişi, müfsit, müfrit mizaçlı fertlerle selamı-sabahı kesmeli, onları kendi taassup kafeslerine hapsederek yaptıkları mezalime ortak olmamalılar.

Gazze’de, Filistin’de ve başka yerlerde işlenen mezalimin feci manzaralarına, kast-ı mahsusla bakmamalı, başkaları ile paylaşmamalı, zulmettikleri insanların elim görüntülerini yayarak insanları korkutmaya, sindirmeye çalışan Yahudi zihniyetinin kanlı, kirli ekmeğine yağ sürmemeliler. Öyle hazin görüntülerle karşılaştıkça “Allah’ın sevdiği ameli” işlemeli, Bediüzzaman gibi zalimlerin zulmünü yüzlerine haykırmalılar:

“Zalimler için yaşasın Cehennem!..”

***

İkincisi: Müsbet hareket etmektir.

‘Sivil itaatsizlik, pasif direniş’ gibi yorum ve tatbikleri de bulunan müsbet hareket; bir yönüyle, mücadele esnasında düşmanın silahlı saldırılarına, zorbalıklarına, tahriklerine, tazyiklerine ayniyle mukabele etmeden, emirlerine boyun eğmemek, masumlara, mahlukata zarar verecek fevrî hareketler yapmadan direnerek hedefe ulaşmak demektir.

Müsbet hareket, Bediüzzaman Said Nursî’nin; mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden, ‘münevver, Selef-i Salihînden, a’sârın mebuslarından müteşekkil muhteşem meclisten felâket ve helâket asrının adamı’ (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 489) sıfatını aldıktan sonra yaptığı ilk içtihatlardan biridir. Kendisi de bizzat bu içtihada uyarak örnek olmuştur.

Mesela Eski Said safahâtında da, Bosna Hersek’i ilhak etmeye kalkan Avusturya’nın mallarını boykot hareketine öncülük etmiş, hürriyet ve meşrutiyet mitinglerine katılıp müessir konuşmalar yapmış, İstanbul’da işgal kuvvetlerine karşı silahla değil, kitapla mücadele etmişti. İşgalcilerin asıl maksadını açıklayıp ruhlarını yaralayan, Müslümanlara iman, ümit ve hürriyet aşkı aşılayan Hutuvat-ı Sitte eserini bastırıp gençlerle dağıtarak sivil direnişi başlatmış ve başarılı olmuştu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi adına, başkan Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara’ya davet edilince gitmiş, mecliste törenle karşılanmıştı. Cumhuriyetin yanlış temeller üzerine kurulmak istendiğini görünce başkana mektup yazmış, mecliste beyanname dağıtmışsa da onları yanlış kararlarından vazgeçirememişti. Devlete hâkim olan zihniyetlerin, imanın erkânına saldırma teşebbüslerine Hubab eserini yazıp dağıtarak mukabele etmişti.

“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılıç hükmünde i’caz-ı Kur’ân nurları ile mukabele edilebilir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 131)

Âhirzamanda zuhur ederek millete, dine, imana, İslâm’a zarar verecek müthiş şahsı ve yardımcılarını teşhis edince, Peygamber Efendimizin (asm) bu hadis-i şerifi mucibince, siyasî mücadele yaparak onları yenmenin mümkün olmadığını, dahilde silahlı mücadelenin de menfî hareket olacağını düşünerek teklif edildiği halde teşebbüs etmemişti.

Silahlı ve siyasî cihadın zamanının geçtiğini, mânevî cihadın zamanının geldiğini, onun da Kur’ân’ın manevî kılıç hükmündeki i’câzı ile yapılacağını anlamış, Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmişti. Dine mugayir icraatlar yapan kişilerle silahlı mücadele yapmak isteyen Şeyh Said’e, Kör Hüseyin Paşaya katılmamış, isyan etmelerine mani olmaya çalışmıştı. Merhum Şeyh Said, silahlı mücadeleye girişmiş, kendisi, ailesi, çevresi, memleket, millet zarar görmüştü.

Mütegallibelere mukavemet edecek gücü veya Hicaz, Bağdat gibi İslâm diyarlarına gidecek imkânı olduğu halde gitmemişti. Defalarca zehirlenmek, sürgün edilmek, mahkemelere verilmek, hapishanelere atılmak pahasına müsbet hareket tarzından ve manevî cihad mücadelesinden vazgeçmemişti. Risâle-i Nur Külliyatını telif, Nur hareketini tesis etmiş, kimseye zarar vermeden mücadelesinde muvaffak olmuştu, hedeflerine ulaşmıştı.

Siyasî veya silahlı cihada devlet adamları karar verir. Günümüzde İslâm ülkelerinin hiç birinde i’lâ-yı kelimetullah aşkıyla cihad edecek devlet ve siyaset adamının olmadığına, hemen hepsinin, Batılı büyük devletlerin himayesi ile idareyi ele geçirip onların emriyle hareket ettiklerine ve Gazze, Filistin gibi hayatî meselelerde bile bir araya gelemediklerine göre bunlar siyasî ve silahlı cihadın zamanının geçtiğini, Bediüzzaman Hazretlerinin manevî cihad hamlesini başlatarak isabetli karar verdiğini gösterir.

Nitekim onun çok zor şartlarda başlattığı müsbet hareket tarzı ve manevî cihad mücadelesi sayesinde yalnız Nur Talebeleri değil, aralarında Diyanetin, tarikatların, Süleyman Efendinin, Hüseyin Hilmi Efendinin talebelerinin de bulunduğu pek çok İslâmî cemaat ve hizmet kuruluşu, dünyanın hemen her ülkesinde hizmet ederek manevî cihad vazifesini yapıyor.

“Eylemler öncelikleri gösterir. Güç kazanarak gelmez, çabaların sayesinde güçlü yanların gelişir. Zorluklardan geçtiğinde ve teslim olmamaya karar verdiğinde işte güç budur” diyen Hintli lider Gandi, Vietnam’da Amerikan zulmüne karşı tek başına mum yakarak direnen Vietnamlı adam, Güney Amerikalı lider Mandela da müstebitlere karşı müsbet hareket ederek mücadelelerini kazanmışlardı.

—DEVAM EDECEK—

Okunma Sayısı: 3674
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı