“Bütün bunlar basireti bağlı, feraseti kapalı, bakar-kör beşeriyetin; şaşı bakışları, şaşkın davranışları arasında yaşanıyor. Gazze’de, Filistin’de insanlığın gözü önünde, İsrail’in kanlı, kirli eli ile insanlık katlediliyor, hayat öldürülüyor. Onun için bu bir katliam, soykırım, devlet terörü, insanlık dramı filan değil, tam bir mezalimdir. Yahudi mezalimi.”
DİZİ: SİYONİST MEZALİMİ VE BEDİÜZZAMAN’IN NAZARI İLE GAZZE
İSLÂM YAŞAR - 1
Gazze’de aylardır müthiş haller, dehşetli hadiseler yaşanıyor.
Böyle vakalar orada ilk defa vuku bulmuyor. Takriben yüz yıldır yalnız Gazze’de değil, bütün Filistin’de ve çevresinde nice elim hadiseler meydana geldi, geliyor. Fakat bu, olanların en kanlısı, en canicesi, en vahşîsi.
Orada akan kanı durdurması beklenen bazı Batılı devlet adamlarınca bunun bir savaş olduğu söyleniyor. Savaş muadil güçler arasında, mukabil hamlelerle yapılır.
Gazze’de, bir tarafta vatanları istilâ edilen, evleri başlarına yıkılan; tarlaları, bağları, bahçeleri bozulan, etrafları kale gibi beton duvarlarla sarılarak muhasara altına alınan, aç susuz bırakılan, ibadetlerine mani olunan, en temel insanî hakları ellerinden alınan; kimseden yardım görmeyen, kendilerini ancak sapan taşları ile iptidaî ve basit silahlarla korumaya çalışan mazlum ve mağdur insanlar var.
Diğer tarafta ise, İsrail gibi dünyanın güçlü devletleri tarafından desteklenen; ölçüsüz para, sayısız bomba, gelişmiş kitle imha silahları verilen, son model savaş uçakları, silahları, helikopterleri, hücumbotları, tankları, topları, tüfekleri, her türlü savaş eğitimini almış koca ordusu, komandosu, timi, istihbarat teşkilatı olan, Birleşmiş Milletler tarafından yasaklanan bombalarla birlikte bunların hepsini hedef gözetmeden, merhametsizce sivil halkın üzerine yağdıran bir zaleme güruhu var.
İsrailliler, kendi inandıkları mukaddes kitaba, atalarının değiştirdiği emirlere bile uymuyorlar. Tevrat’ta geçen on emirde ‘adam öldürmemeleri, birbirlerinin kanını dökmemeleri, yekdiğerlerini vatanlarından çıkarmamaları, insanlara güzel söz söylemeleri’ emredildiği halde onlar, yapılmaması istenen her şeyi yaptılar, yapıyorlar.
Attıkları bombalarla cephelerde savaşan askerlerden, istilâya karşı koyan gençlerden ziyade, Gazze’de, Filistin’de rahimlerde ceninler, beşiklerde bebekler, okullarda çocuklar, evlerde hanımlar, işyerinde işçiler, atölyelerde ustalar, çıraklar, dükkânlarda, çarşılarda pazarlarda esnaf, hastanelerde hastalar; sokaklarda, caddelerde, meydanlarda kendi halinde dolaşan insanlar; savaşı istemeyen, çıkmasına sebep olmayan, savaşacak gücü kalmayan kadınlar, ihtiyarlar, sakatlar katlediliyor.
Öldürülenlerden çok daha fazla yaralananlar, hastalananlar, sakat kalanlar var. Onların yakınları, akrabaları, arkadaşları, dehşete şahit olanlar, kan revan içinde kalanlar, çaresizce oraya buraya koşarak çare arayanlar da mağdur olanlar kadar acı ve ızdırap çekiyorlar.
Öyle dehşetli bir hal ki, şefkat ölüyor, merhamet ölüyor, iyi niyet ölüyor; sevgi, saygı, his, hayal, duygu, düşünce, sanat, edebiyat, adalet, fazilet, meziyet, istidat, istikbal istimdat ediyor. Halden anlayanlar, ölenler kadar, hatta onlardan daha fazla kalanlara acıyorlar.
Bin yıldır yaşayan bir halk, her şeyiyle bir günde yok edilmek isteniyor.
Beşerî efkâr-ı amme; zulüm, kıyım, vahşet, dehşet, katliam, soykırım gibi telaffuzu bile ruhu yaralayan kelimelerle anlatmaya çalışıyor Gazze’de, Filistin’de yaşanan faciayı. Oralardaki hadiselerde, bu ve benzeri kelimelerin hepsinin ihtiva ettiği manalar bulunsa da hiçbiri orayı tam olarak anlatmaya yetmiyor.
Zîra bu kelimeler ölümü ve öldürülen insanları hatıra getiriyor. Halbuki oralarda işlenen şenaatte yalnız insanlar ölmüyor. İnsanlarla birlikte büyük başından küçük başına, evcilinden yabanisine, kedisinden köpeğine, kanatlısından sürüngenine; sineğinden kartalına, kekliğinden tavşanına, yılanından kaplumbağasına, karıncasından hurdebinî mikrobuna kadar bütün hayvanlar, böcekler; bağından bahçesine, ağacından çiçeğine, otundan yaprağına her türlü canlı mahlukât da ölüyor.
Hatta hava, su, toprak, dağ, taş ve câmid mevcudat da kaderin, katledilenler listesine kaydediliyor. Atılan bombaların, sıkılan kurşunların, ateşlenen topların, öldürülen insanların, yok edilen canlıların, nesli kesilen endemik türlerin sayısı bilinmiyor, hesabı yapılamıyor.
Bütün bunlar basireti bağlı, feraseti kapalı, bakar-kör beşeriyetin; şaşı bakışları, şaşkın davranışları arasında yaşanıyor. Gazze’de, Filistin’de insanlığın gözü önünde, İsrail’in kanlı, kirli eli ile insanlık katlediliyor, hayat öldürülüyor. Onun için bu bir katliam, soykırım, devlet terörü, insanlık dramı filan değil, tam bir mezalimdir.
Yahudi mezalimi.
***
“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yarattım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Mektubat, s. 538)
Kur’ân-ı Kerim’de, Maide Sûresi’nin 13. âyetinde mealen böyle anlatılır insanların milletler, kabileler, taifeler halinde yaratılmasının hikmeti. Âyet-i kerimede, mezkûr insan topluluklarının, milletler arası münasebetlerle birbirlerine karşı yapmaları ve yapmamaları gereken hareketler tefsire, tevile, izaha ihtiyaç bırakmayacak şekilde açıkça ifade edilmiştir.
Buna göre insanların birbirlerini tanımaları, içtimaî hayata ait münasebetleri bilmeleri, kendi aralarında taife, millet, kabile şeklinde teşkilatlanıp birbirlerine yardım etmeleri esastır. Kendilerini üstün görüp diğerlerini yabancı telâkki etmeleri, yok saymaları, horlamaları, küçük görmeleri, husumet besleyip adavet etmeleri yaratılış hikmetlerine aykırıdır.
Bu âyet-i kerimenin ışığında Yahudi milletine bakıldığında onlar taife iken de, kabile iken de, millet olduktan sonra da hep yaratılış hikmetlerine aykırı hareket etmişler; teneffür, tekebbür, tahakküm hislerini harekete geçirerek millî karakterlerini kendi iradeleriyle öyle şekillendirmişler ve her vesile ile izhar etme çabası içine girmişlerdir. Yeni nesillerini de kendileri gibi yetiştirmişler ve dünya milletleri arasında saygı duyulan bir millet olmak yerine, onların varlıklarını inkâr ederek, yabancı görerek, aldatarak, hile yapıp zarar vererek illet olmayı tercih etmişlerdir.
Benî İsrail olarak da adlandırılan Yahudi kavmine, aralarında aynı zamanda devlet başkanı da olan Hazret-i Davud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa Aleyhimüsselâm gibi ulü’l-azm peygamberlerin de bulunduğu pek çok nebi, resul gelmesine, Tevrat, Zebur, İncil gibi mukaddes kitaplar inzal edilmesine rağmen kötü huylarından vazgeçmemişler, peygamberlerine hile, isyan ve ihanet edip kitaplarını tahrif etmişlerdir.
Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına karşı müteaddit defalar yaptıkları isyanın, tahrifin cezası olarak da Bakara Sûresi’nin 61. âyetinde ifade edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in kendilerine şiddetli davranmasına, dehşetli sille-i te’dib, zillet ve yoksulluk damgası vurmasına müstahak olmuşlardır: (Sözler, s. 650)
“Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.”
***
“Benî İsrail’in, oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise unvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhanede oynadıkları rolü ifade eder.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin; Bakara Sûresi’nin “Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı” mealindeki 49. âyetini ve (Bakara 96, 60, Maide 62, 64.) gibi ayetleri tefsir ederken ‘hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rol’ ile “hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren, hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor’ (a.g.e.) sözleri ile de dile getirdiği gibi Yahudiler, Firavun zamanında gördükleri feci muamelenin intikamını bütün milletlerden almaya çalışarak onlara zarar verdikleri için ekser memleketlerde katliamlara maruz kalmışlardır.
Yahudiler, yalnız kendilerine zulmeden, süren, kovan eziyet eden, insan yerine koymayan milletlere değil, yardım eden, iyilik yapan, katliamdan kurtaran, insan muamelesi yapan, kendilerine ülkesinde yurt veren milletlere de dinî, maddî, manevî, insanî, siyasî, içtimaî, iktisadî, ahlâkî zararlar vermekten ve o milletlerin gelecekleri ile oynamaktan çekinmemişlerdir.
Meselâ İspanya’da Endülüs Emevî devleti zamanında huzur, mutluluk içinde yaşayan Yahudiler, 1492 yılında Engizisyon zamanında İspanya devleti tarafından köhne gemilere doldurularak Akdeniz’e sürülüp ölüme terk edildikleri zaman, hadiseyi haber alan Osmanlı padişahı Sultan II. Beyazıt tarafından ülkesine davet edilmiş ve Selânik taraflarına yerleştirilmişti.
Osmanlı topraklarında millet hayatlarının altın çağını yaşayan Yahudiler, ticarî hayatı ele geçirmişler, bir yandan hırsla ve haram yollarla mal biriktirirken, diğer yandan bulundukları yerlerdeki insanları ahlâkî zaafa uğratmışlardı. Cemiyet içinde ağır yaralar açtıktan sonra temayüz etmiş mensuplarının kurdukları komiteler vasıtasıyla Osmanlı devletinin yıkılmasının zeminini hazırlamışlar, 31 Mart Hadisesinde oynadıkları müessir rol ile Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra yaptıkları ihanet hareketleri ve çevirdikleri entrikalarla menfur emellerine ulaşmışlardı.
Hitler zamanında Almanya’dan, Avusturya’dan sürülen veya kaçan Yahudiler, cumhuriyetin kurulmasını müteakip Türkiye’ye gelerek, kurucular arasında yer alan asker ve sivil Sabatay Yahudileri ile birlikte hareket etmişlerdi. Bediüzzaman Said Nursî’nin “...ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adam…” (Emirdağ L., s. 39) sözleri ile ima ve işaret ettiği şeair-i İslâmiyeyi hedef alan icraatların yapılmasında mühim roller oynayarak millet ekseriyeti ile devletin değerlerinin çatışmasına ve iki tarafın da zarar görmesine sebep olmuşlardı.
Halbuki eskiden İslâm milletleri farklı din, etnik milliyet mensuplarını ve çingene, aptal gibi vatansız toplulukları ayrı yerlerde iskân ederler, cemiyet içinde kendilerine has kıyafetlerle dolaşmalarını sağlarlardı. Böylece insanların günlük hayatta birbirlerini tanımalarını, ona göre muhatap olmalarını; sözlerine, hareketlerine, tavırlarına, onlara has hallerle mukabele etmelerini ve birbirlerinden zarar görmemelerini temin ederlerdi. Tanzimat’tan sonra Osmanlı’da fes, cumhuriyeti müteakip Türkiye’de şapka ve kıyafet kanunu ile o içtimaî düzen değişti, aile hususiyetli mahalle kültürü bozuldu. İnsanlarla inançlarına, kimliklerine, yaşayış biçimlerine göre muamele etme hassasiyeti kayboldu. Herkes her şey, her değer birbirine karıştı. O karışıklık hâlâ artarak devam ediyor.
Bu malum ve meş’um neticenin meydana gelmesinde, zamanın İslâm alimlerinin, Kur’ân-ı Kerim’in Yahudilerle, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini doğru tefsir edip herkesin anlayacağı şekilde açıklayarak devlet ve siyaset adamlarını ikaz etmemelerinin tesiri vardır. Çünkü meclisin ekseriyetini teşkil eden alimler, bunu yapmadıkları gibi yapmak isteyen Bediüzzaman Hazretlerine de destek vermemişler, yalnız bırakmışlardı. Onun sözlü, yazılı ikazlarını nazar-ı itibara almayan Yahudi menşeli komiteciler de onu zehirleyerek öldürmeye çalışmışlar, başaramayınca sürgün ederek maddî manevî tahribatın büyümesine sebep olmuşlar ve İbrahim Sûresi’nin 34. âyetinin manasını da yaşamışlardı:
“Muhakkak ki insan çok zalim ve nankördür.”
***
“Bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hatta taştan daha katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağırlarından nehirler çağlar. Öyleleri var ki yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağıya yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.”
Bediüzzaman Said Nursî Bakara Suresi’nin bu mealdeki 74. âyetini tefsir ederken muhatabın İsrailoğulları ve ilhaklarında, ifsatlarında, ihanetlerinde, isyanlarında ve Allah’ın emirlerine, insanların menfaatlerine aykırı olan her türlü menfî icraatlarında onları destekleyen Âdemoğulları olduğunu ifade etmişti.
Tefsirin devamında Allah’ın emirleri karşısında İsrailoğulları ve taşları karşılaştırmış; dağları meydana getiren taşların bağırlarından çıkarak aktığı yerleri cennete çeviren Nil, Fırat, Dicle gibi nehirleri örnek göstermiş, onların kalplerinin ‘zaaf ve aczleri içinde öyle bir Zatın emirlerine karşı kasavetle mukavemet ettiklerini’ söylemişti. (Sözler, s.392)
Bediüzzaman Hazretleri mezkûr âyet-i kerimeyi tefsir ederken bu sefer Hazret-i Musa Aleyhisselamın mucizelerini nazara vermişti. Taşların ‘Musa Aleyhisselamın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtırken’ İsrailoğullarının gözlerinin donukluğuna, kalplerinin katılığına dikkat çekmişti:
“Ey Benî İsrail! Bir tek mu’cize-i Mûsa’ya (as) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Museviyeye (as) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?” (Sözler, s. 394)
Bu tefsir, izah ve mukayeseler gerçekten manidar. Müslümanların hac ibadeti sırasında Arafat’ta vakfeye durup hacı sıfatını aldıktan sonra, Mina’da üç sefer şeytan taşlamaları gibi Kur’ân-ı Kerim de evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar olan taşların, haşyetinden yarılması, ağlaması, parçalanıp yuvarlanması gibi üç farklı mu’cize ile İsrailoğullarına atıfta bulunmuştur.
Bu atıf, Kur’ân-ı Kerim’in Yahudileri, âdeta şeytan taşlar gibi taşladığının ifadesidir.
— DEVAM EDECEK—