Suriye, tarihte ender görülen felâketlerden birini yaşadı.
Zalim küresel güçler, kurdurdukları ve silâhlarıyla finanse ettikleri silâhlı örgütleri birbirleriyle ve rejimle çarpıştırarak, dünyanın gözü önünde bir ülkeyi ve halkını bomba ve füzelerle harabe hâline getirdiler, bir milyon Suriye vatandaşın kanının akmasına, yüz binlercesinin sakat kalmasına, on milyon Suriyelinin çatışmalardan kaçarak komşu ülkelere sığınmasına sebep oldular.
Dünya kamuoyu ve İslâm âlemi, olan biteni uzaktan izlemekle yetindi. Şeytanlaşmış küresel güçlerden hayır ve merhamet beklenemez. Onlar zulüm ve gaddarlıklarını yapacaklardır. Ancak İlâhî kader, bu alçakların Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da yaptıkları gibi Suriye’yi bu hâle getirmelerine neden müsaade etti? Genel olarak bütün mazlumların, özelde Suriyelilerin zulümlerden kurtuluşları için bu sorunun doğru cevabını bulmaları ve gereğini yerine etmeleri lazımdır.
Üstat Bediüzzaman, bir lahika mektubunda, insanların eliyle gelen musibetlerde iki sebep bulunduğunu, biri; zahire bakan beşerin zulmü, diğeri; İlâhî kader olduğunu belirtmektedir. İnsanlar zahirî sebepler tahtında zulmettiklerini, kader aynı olayda başka noktalara bakarak, mazlumların gizli hatalarına binaen zalimler eliyle onlara ceza vererek adalet ettiğini ifade etmektedir.1
Ecdadımız Osmanlılar, Suriye’nin günümüzde yaşadığı felâketin belki de daha dehşetlisini, 1. Dünya Harbi sırasında yaşamışlardı. Bugünün selefleri olan o zamanki zalim küresel güçler, ağır silâhlarla, aç canavarlar gibi Osmanlı’ya saldırarak katliamlar yapmışlar, Osmanlı topraklarını aralarında paylaşmışlardı. O savaşta devletin şehirleri harabe haline gelmiş, milyonlarca Müslüman şehit olmuş, yüz binlercesi sakat kalmıştı.
Üstad Bediüzzaman’a 1919 yılında, yakazada (uyku ile uyanıklık arası bir halde) gördüğü sadık bir rüyada, manevî canipten kendisine “Hangi fiilinizle Kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle [1. Dünya Harbi felaketi ile] hükmetti?” diye sorulmuş. O da Müslümanların namaz, oruç ve zekât gibi İslâm’ın üç rüknünde ihmalkârlık gösterdiklerini belirtmiştir.
Cenab-ı Hak, Müslümanlardan 24 saatten bir saatini namaza ayırmalarını istediğini, onlar ise nefislerine uyarak bunu yapmadıklarını, O da bu ihmalkârlığın cezası olarak savaş süresince, onları cepheden cepheye koşturarak zorla namaz kıldırdığını söylemiştir. Onlardan senede bir ay çok faydalı bir oruç istediğini, onlar ise, nefislerine acıyarak onu tutmadıklarını için kefaret olarak onlara beş yıl oruç tutturduğunu; ondan, kırktan birini ihsan ettiği maldan zekât olarak istediğini, onlar ise cimrilik yaparak bunu yerine getirmedikleri için birikmiş zekâtını toptan aldığını ifade etmiştir.2
Bir hadiste, “Zalim Allah’ın yeryüzündeki kılıcıdır, onunla intikam alır. Sonra döner ondan intikam alır.”3 buyrulur. Allah mutlak adil olduğuna göre, biz Müslümanları, gizli günahlarımızdan dolayı bu zalimler eliyle terbiye ettiği, ya da musibete maruz bırakarak manevî makamlarını yükseltmek istediği söylenebilir.
Son söz: Genelde biz bütün Müslümanlar, özelde Ortadoğu’daki mazlum Suriyeli, Filistinli kardeşlerimiz, bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğumuz günah ve kusurlardan ihlâslı bir şekilde tövbe ve istiğfar ederek yerli ve yabancı zalimlerin zulmünden kurtulmamız için dua ile, Cenab-ı Hakk’tan yardım talep etmemiz gerekmektedir. Dua yapılması halinde“ Bana dua ediniz, onu kabul edeyim”4 İlâhî vaad gereğince, mazlumların üzerindeki zulmün en kısa zamanda kalkacağı ve zalimlerin cezalarının verileceği kuvvetle umulur.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 200, 274., 2- Sünuhat, s. 132., 3- Keşfu’l-Hafa, 2/64., 4- Mü’min Suresi: 60.