Risale-i Nur’da yüksek ve azim, belki şahit olmadığımız gaybî ve ulvî hakikatler, herkesin gözü önünde cereyan eden bazı basit ve her kesimin anlayabileceği misaller ile izah edilir.
Meselâ kâinatın yaratılışı. Şu gördüğümüz uçsuz bucaksız kâinatın yaratılışı ve yaratılış sonrasındaki gelişme süreci bir ağacın yaratılış sürecine benzetilir. Elbette ki, çapı 149 milyar ışık yılı olan devasa kâinatın yaratılışına şahit olmadık, ama bir ağacın nasıl yaratıldığını gözümüz ile görüyoruz. Bir ağacın çekirdekten itibaren fidan halini, dal budak vermesini, yaprak ve meyvelerini hem gözle müşahede ediyoruz, hem de fenni yolla detaylı bir şekilde inceleyip izliyoruz. Bir ağacın bütün detayları ve özellikleri ile meyvesinde ve meyvesindeki çekirdeğine yazılmış olduğunu ve bu çekirdeğin yeni bir ağaca hamile olduğunu ve yine tohumu toprağa ekerek yeni bir ağaç elde ettiğimizi belki yüzlerce kez müşahede etmişiz.
İşte aynen bunun gibi, şu koca kâinatın yaratılışının da bir ağaca benzediği açıktır. Zira koca kâinat da bir çekirdekten yaratılmıştır. Bu çekirdek insandır. En mükemmel insan da zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğuna göre kâinatın çekirdeği de yine O’dur. İşte bu azim ve kavranması zor olan ulvî hakikat bir ağaç temsili ile zihinlere yaklaştırılır.
“Ey müstemi’! Şu acîb kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme! Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhisselâtü Vesselâm) nasıl halk etmesin veya edemesin? İşte şecere-i kâinat, şecere-i Tûba gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurânî bir hayt-ı münâsebet var.”
Bu ifadede geçen misal türünden onlarca izah vardır. Çekirdek ve ağaç ilişkisi Risale-i Nur’da çok sık başvurulan ve farklı bir çok hakikati izah etmekte kullanılan çok önemli bir misal ve anlatım tekniğidir. İşte bu noktada “Kâinatın ruhu var mı” sualine de yine böyle bir benzetmeden yola çıkarak cevap bulmaya çalışacağız. Ruhla ilgili mühim hakikatlere bu yolla ulaşmaya çalışacağız.
İşte bu konuda Sözler’de verilen bir misal:
“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır; ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risâlet-i Muhammediye (asm) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfî hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm), âsârının şehâdetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risâlet-i Muhammediye (asm), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakàikının şehâdetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”
Şimdi ifadede geçen tabirleri kısaca bir tahlil edelim:
Hayat kâinattan süzülmüş bir hülâsa ve özdür. Demek ki kâinatta küllî bir hayat var. Kâinatın heyet-i mecmuası ise bu küllî hayata mazhar.
Şuur ve his ise hayattan süzülmüş. Demek ki kâinatta hayat ile birlikte küllî bir şuur ve küllî bir his var.
Akıl ise şuur ve histen süzülmüş. Demek ki kâinatta hayat, şuur ve hisle birlikte küllî bir akıl var. Kâinatın işleyişinde bu küllî akıl faaliyet gösteriyor.
Ruh ise hayatın halis bir cevheri ve sabit bir zatıdır. Demek ki kâinatta işleyen ve üzerine küllî şuur ve küllî akıl takılmış olan kâinatın küllî bir ruhu var. Yukarıdaki ifadeden çıkan sonuçlar kısaca böyle.
Bu noktada başlıktaki soruya geri dönersek:
Kâinatın ruhu var mıdır?
Elcevap: vardır.
Çünkü “maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş” bir hülâsadır.
Yani insan, en güzel insan olması hasebiyle “hayat-ı Muhammediye (asm),” kâinatın hayat ve ruhundan süzülmüş kâinatın bir meyvesi ve çekirdeği hükmündedir. İşte bütün insanlardaki ruh ve hayat da böyledir. Bizlerdeki bütün maddî ve manevî özellikler kâinattan süzülmüştür. Hayatımız, ruhumuz, hislerimiz ve aklımız gibi manevî yapımızla birlikte, bütün elementleri ihtiva eden maddî vücudumuz da kâinatın bir özeti mahiyetindedir.
İşte insanda çalışan ruh da kâinatta çalışan küllî ruhun özele yansıması gibidir. Yani insan ruhu şahsa özel bir kâinat ruhudur. Adeta bir ağacın çekirdeğinde bütün ağacın özelliklerinin yazılması gibi, kâinattaki küllî hakikatler de insanda yazılmıştır. Bunun en başında ise ruh gelir.
Peki kâinatın ruhu nedir?
Cevap yine Risale-i Nur’da geçen mezkûr ifadede verilmiş:
“Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakàikının şehâdetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”
Yani kâinatın ruhu “vahy-i Kur’ân’dır.” Nasıl ki ruh kanun-u emri olarak tarif edilmiş. Kanun-u emri ise insan hayatı için geçerli olan ve bütün kâinat ölçeğinde uygulama sahası bulunan bütün kanun, kural, işlev, iş, faaliyeti ihtiva eden canlı, şuurlu, akıllı hisli bir özelliktir. İşte Kur’ân’da hem insan ve canlı hayatının, hem dünya hayatının, hem şu gördüğümüz kâinat hayatının ve görmediğimiz sınırsız melekût ve gaybi âlemlerle birlikte Cennet ve Cehennem gibi ebedî mekânların hayatlarını idare eden en temel kanun, hüküm ve emirleri ihtiva etmesi ile kâinatın bir ruhu ve aklı hükmüne geçmiştir.
Bu sebeple Kur’ân küllî hayat sahibi canlı ve diridir. Kur’ân küllî bir akıl sahibidir. Küllî bir şuur ve hisse sahiptir. Hükümleri her an ve zamanda kâinatın mülk ve melekûtünde geçerlidir. Çünkü Kur’ân Allah’ın emridir. Yani, kâinatın ruhu olan kanunu emri nedir? İşte o Kur’ân’dır.
Risale-i Nur’da geçen ve derin hakikatleri ihtiva eden mezkûr ifadelere dikkat edilirse, bu kelimeler arkasına O küllî şuur, his ve akıl kolayca görülür. Zira Risale-i Nur’un bir çok hakikati Kur’ân hakikatlerinden süzülmüş bir hülâsatü’l hülâsa mahiyetindedir.