İki milyonluk nüfusu ile Slovenya, büyük bir şehre benziyor. Bütün Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm. Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler.
Bu ülkeyi gezdikten sonra kanaatim şu oldu: Her halde burası irice, fakat oldukça gelişmiş bir şehirdir.
İki milyonluk nüfusu ile Slovenya bana bu intibaı bıraktı.
Başşehir Ljuljana biraz irice bir kasaba gibiydi.
Küçüklüğünden ve Avusturya’ya sınır olduğundan olsa gerek bütün yolları otobandan oluşuyor. Alt ve üst yapıda hiçbir eksiklik yok.
Başşehirde tarih o kadar güzel korunmuş ki, birkaç yüz yıl önce bu binalarda oturan insanlar mezarlarından kalkıp gelseler, hayatlarına hiç zorluk çekmeksizin kaldıkları yerden devam edebilirlerdi.
Bol dalgalı vadilere sahip bu ülke dağlıklardan oluşuyor. Üstelik neredeyse yarısı sık ormanlıklarla kaplanmış durumda.
Derli toplu köyler tam bir Avrupa tarzı sergiliyordu.
Demografik yapısının % 91’ini Slovenler, gerisini de Sırp ve Hırvatlar oluşturuyor.
Başşehri sanki saklı bir dünyaydı. İçinden geçen ve yine kendi adını taşıyan nehrin üzerindeki köprüler, onları tutan sütunlar ve nehrin yan duvarlarının tamamı mermerle yapılmış.
Üstelik bunu derin gözlere sahip kemerli bir tarz da yapmışlar ki, turistler nehir manzarası izleyerek dinlenebiliyorlar. Her iki yanda da cafeler, lokantalar ve birçok eğlence yerleri var.
Meydanın tarihi ve muazzam binalarla çevrilmiş olması buraya gitmeyi hak ediyordu.
Her Avrupa şehrinde olduğu gibi burada da yaşlı nüfusun fazlalığı ilgimi çekti.
Adriyatik denizine yakın olması, hafta sonu insanların denize koşmasına sebep oluyor.
Bu küçük ülkede tarım o kadar çok az yapılıyor ki, iş alanındaki payı sadece % 2.
Ekonomileri, ağırlıklı olarak hizmet sektörü ve sanayi dalında dönüyor.
Bol dalgalı ovalara sahip bu ülkede madencilik ve imalat sektörü önde gelen iş dalını oluşturuyor. Yugoslavya federasyonu zamanında, sanayinin neredeyse tamamı bu ülkeye kurulmuş. Birliği oluşturan diğer bölgelerden (Sırbistan, Karadağ, Bosna Hersek, Hırvatistan) hammadde taşınmış, bu küçük bölgede mamul olarak işlenmiş. Şu anda da bunun tadını çıkartıyorlar. Bu yüzden de işsizlik yok denecek kadar az seviyelerde seyrediyor.
Uluslar arası denize ulaşım ise çok küçük bir alandan yapılabiliyor. Bu da Koper şehrindeki liman sayesinde olmaktadır. Türkiye’yi Avrupa’ya bağlayan demir yolu Ljubljana’dan geçer.
Yine uluslar arası ulaşımı için var olan iki havalimanının birisi başşehire, diğeri ise Maribor şehrinde çalışmaya devam ediyor. Yazları çok sıcak, kışları ise tam tersine sert geçen bu ülke kara iklim kuşağı altında. Bu bazen avantaj da olabiliyor. Meselâ kış sporlarının yapıldığı önemli merkezlerden bazısı bu ülkede bulunuyor. Bu da kışları bile, binlerce turistin gelmesine sebep olabiliyor.
Bütün Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm.
Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu.
Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yılda ancak silinebilir ki, bu da mümkün görülmüyor.
Osmanlılık, yemeklerinden adabı muaşeret kurallarına kadar bütün etnik ve farklı din sahiplerine sirayet etmiş.
Söz konusu ülkeler genelde Ortodoks olduğu için, gelişmiş olan diğer Avrupa ülkelerince fazla ciddiye alınmıyor.
Bu yüzden de Balkanlar, (Osmanlı çekildikten sonra) halen daha Avrupa’nın en fakirleri ve barışa en çok ihtiyaç duyan insanların diyarı olmuş.
Sonuç: Bu topraklar yetim bir halde bekleşiyor.
Gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman olan bu insanların Türkiye ile daha yakın işbirliğine girmesi gerekiyor.
Bu gerçekleştiği anda, bütün dünyaya daha fazla barış geleceğine asla kuşkum yok.