Singapur, o kadar yeşil bir ülke ki, köprülerinin ayaklarında bile sarmaşık bitkileri var ve beton ayakları görülmüyor. O kadar çok parkı var ki, bizim büyük şehirlerin tamamının sahip olduğu yeşil alanlardan daha fazla.
Havaalanları bir ülkenin ilk intibasının edinildiği mekânlar olmuştur. Şimdiye kadar gittiğim onlarca havaalanlarının içinde beni en çok etkileyen, bana en fazla sıcak gelen başlangıç; hiç kuşkusuz Singapur Havaalanı olmuştur.
Öyle bir ambiyans var ki, kendinizi evinizde hissediyorsunuz. Eşyalar, düzenlemeler, süslemeler ve mimarî öyle bir samimî ki sanırsınız oturma odasında oturacaksınız. Bunun böyle olduğunu gayriihtiyarî bir şekilde terlik ihtiyacı hissettiğimde anladım. Bırakın ülkeyi gezmeyi, sadece havaalanında günlerce bekleyebilirdim.
Sırf sizin için beklemeyip dışarı çıktım tabi. Ne gördüm?
Şöyle izah etmeye çalışayım: Bir ülke düşünün, konseptinde tropikal bir hava olsun, o ülkede aynı anda devasa ağaç gövdelerinde yabanî otlar diz boyuna ulaşacak kadar bitki çeşitliliği olsun, o ülkede sıcak, samimî, hoşgörülü, saygılı insanlar olsun, geniş caddelere ve ferah kaldırımlara sahip olsun, ticaretin cirit attığı dev iş merkezleri olsun, ama öyle barbar ve sivri binalar yerine daha yumuşak ve daha palmiye havasında bir mimarisi olsun, denizi Türkuaz renginde olsun ve hemen yanından yemyeşil ırmaklar aksın, asfalt ve binalar haricinde beton namına hiçbir şey olmayıp bunun yerine her fırsatta bolca çimenlik olsun, reklâm tabelâlarının yerine tropikal envai çeşitlerde ağaçlar bütün kaldırım boylarına ve de bütün boşluklara egemen olsun.
Malezyalısından Çinlisine kadar, Avrupalısından Afrikalısına kadar insanlar harman olsun, bunların onlarca çeşit dinleri olacağına göre hepsi birbirine hoşgörülü olsun ve yine bu dinlere ait mabetler yan yana-karşı karşıya olsun…
Olmuyor mu? Bunların hepsini bir araya getiremediniz değil mi? Eminim şu anda fizik kanunlarına aykırı bir durumla karşılaştınız! Hayır, bu saydıklarımın hepsi aynı anda Singapur Ülkesinde var!
Ben Karadeniz insanıyım, bizim buralar her daim yeşil olur-kalır. Ama burayı gördükten sonra Karadeniz bana sonbahar gibi geldi.
O kadar ki, eğer o asfaltlar bir yıl boyunca kullanılmasın, bir yıl sonra o yolların orman olacağına adım kadar eminim.
O kadar yeşil bir ülke ki, köprülerinin ayaklarında bile sarmaşık bitkileri var ve beton ayakları görülmüyordu.
O kadar çok parkı var ki, bizim büyük şehirlerin tamamının sahip olduğu yeşil alanlardan daha fazlaydı.
(Bu da bir kafa yapısı işte, bizim insanımız “inşaat da inşaat” derken, onlar “insanca hayat” diyorlar her halde!)
Ülke o kadar temiz ki, ayakkabılarla dolaşmaktan imtina ettim.
İnsanları o kadar hoş görülü ki, Budist ve Müslüman kol kola güle oynaya geziyorlar.
O kadar iyi ki, birbirlerine selâm vermeden geçmiyorlar.
O kadar saygılılar ki, eğer siz fotoğraf çekiyor-çekiniyorsanız o insanlar daha uzun yürümeyi göze alıp sizin objektifinize girmemeye çalışıyorlar. Evet, bunu herkes yapar, ama onların farkı; bu türden durumları gözleyerek yürümeleridir.
Düşünün, her yıl milyonlarca turist alan bu ülkenin yerleşik insanı bunu 365 gün boyunca yapmayı göze alıyor ve bundan da büyük bir mutluluk duyuyor. Sokaklarında kilolu (obez) ve somurtkan insana rastlayamadım. Hong Kong ne kadar dağlıksa burası da o kadar düzlüktü. Şehrin ortasında kocaman bir botanik park var ki, yarattıklarını görünce Yaratana olduğunuz yere secde edesiniz gelir.
Bizim evlerde, işyerlerinde küçücük saksılardaki kauçuk tarzı süs bitkileri, oralarda kereste olacak büyüklüktelerdi. Öyle enteresan ağaçlar gördüm ki, gövdeden yere dikine dal iniyor ve toprağa dalıp yine bir ağaç gibi oluyor. Sanki U ağacı diyesi…
Çok renkli olan ülkenin tuhaf olan yasaklarından sadece birkaçını söyleyeyim: Öyle ulu orta her yerde sigara içemezsiniz! Kapalı mekânlar zaten yasak da, dışarıda da sigara içme yerleri ayrılmış, ancak buralarda tüttürebilirsiniz. Yasak ve cezası da oldukça ağır. Ayrıca sokakta sakız çiğnemek de yasak. Metro duraklarında tren gelene kadar raylara düşülmemesi-inilmemesi için dev cam bölmeler yapılmış.
Tren gelmeden o dev levhalar açılmıyor.
Yüzölçümü sadece 700 kilometre kare olan (Eni 23, boyu en fazla 43 kilometre) bu ülkeciğin nüfusu 5 milyon.
Etnik olarak daha çok Çinli nüfusa sahip. Ardından Malaylılar ve Hintliler geliyor. Başat din İslâm ve Budizm.
1819’da başlayıp 1963 yılına kadar İngilizlerin hâkimiyeti altında kalmış.
Bu etkiyi, resmî dilleri İngilizce ve trafiğinin soldan işliyor olmasından anlayabiliyoruz. Kişi başına düşen millî gelir 60 bin dolara yaklaşmış durumda. Her halde bundan dolayı bir pizza 70 Türk lirasına, bir çay da 20 TL’ye geliyor. Üstelik lüks restoranlarda değil, sokak satıcılarında çok pahalı bir ülke yani. Bankacılık ve ticaret başta olmak üzere uluslar arası ekonomik faaliyeti var.
Hong Kong’la yarış halinde ve aynı segmentte bir ülkedir.
Orada enteresan bir olay oldu, hiçbir yerde Türk firması markası görememiştim, ama yelkenli yarışında bir Türk firması temsilcisi gördüm.
Sevmediğim bir grubun markasını taşıyan yelkenlinin üzerindeki Türk Bayrağını görünce gururlandım ve nihayet Türkiye’yi hatırlatan bir şey buldum dedim.
Hakikaten oralarda ciddî anlamda gerek ticarî ve gerekse kültürel anlamda temsil edilmiyoruz ve nerdeyse hiç yokuz. Oysa elin Amerikalısını, Avrupalısını, Japonunu, Hintlisini ve hatta Çinlilerini bile dünyanın her yerinde ticarî-kültürel faaliyetlerde hep görüyorum. O halde daha çok çalışmalı daha çok gözümüzü dışarıya çevirmeliyiz.
Bu tür yurt dışı gezilerinde beni en çok etkileyen şeylerden birisi de, ev sahibi insanların sizin Müslüman olduğunuzu anladıklarında samimî bir şekilde yaklaşıp Allah’ın selâmını vermeleridir.
Özellikle eşimle gittiğimde bu daha bariz bir şekilde ortaya çıkıyor.
Başörtülü hanımlar hemen yaklaşıp hal hatır ve nereli olduğunuzu soruyor.
Bu durum da sizin oralarda yabancı konumundan çıkıp, ev sahibi moduna geçmenizi sağlıyor.
Hoş oluyor vesselâm…