Bütün Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm. Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu. Camisi, köprüsü, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yıl’da ancak silinebilir, bu da mümkün görülmüyor.
Bu kez yolculuğum, ecdat yadigârı olan coğrafyalardan yalnızca birisi olan Karadağ’aydı. Bu ülke aynı zamanda Yugoslavya federasyonunun en son ayrılan parçasıydı (bundan önceki adı Sırbistan-Karadağ’dı). Eşimle birlikte gittiğim bu ülkenin gezisini otomobilim aracılığıyla Arnavutluk üzerinden rotalandırdım. Şimdiye dek gezdiğim onlarca ülkenin sınırlarını geçerken ufak tefek de olsa sorunlar oldu (evrak-mevzuat vs.). Ancak ne hikmetse buradan 5 dakikada geçmiştim.
Güler yüzlü ve hiçbir sorun yaşatmayan memurlarından ötürü, bu küçük ülkeyi daha girer girmez sevmiştim. Birçok yerde olduğu gibi burada da sınırlar daha çok dağ geçitlerinde oluşturulmuş. Yayla diye tabir edebileceğimiz yükseklikte yolculuğuma devam ederken, üzerinde ay yıldız işlemeli taş mezarlara rastladım. Bu da, buralarda Osmanlı bakiyesi insanların varlığını ve halen daha devam ettiğini göstermeye yetiyordu.
Bir saat kadar gittikten sonra ikindi namazımızı kılmamız gerektiği için ilk gördüğüm caminin önünde durdum. Bu mahal, birkaç evden oluşan küçük bir köydü. Tam da dağın zirvesinde yeşil bir ormanlığın içindeydi. İndiğimizde caminin kapalı olduğunu, o sorun bir yana, abdest alınacak suyun bulunmadığına üzülerek şahit oldum (sonradan öğrendiğime göre bu camiye sadece Ramazan ayında yılda bir aylığına, fahri olarak Boşnak imam gelir, namaz kıldırırmış. Cami bunun haricinde aktif olmazmış). Biraz ileride hayvan otlatan 15 yaşlarında bir delikanlıya işaret diliyle su sordum. O bize; “gelin” anlamında el salladı ve hemen ileride evlerinin önüne götürdü. Tam abdest almaya başlayacaktık, evin hanımı ve beyi yanımıza geldiler ve Müslüman olduğumuz her halimizden belli olan bizleri evlerine dâvet ettiler. Bu samimî dâveti tereddütsüz kabul ettik. Namazı kıldığım odanın duvarında Türkiye’de satılan posterler ilgimi çekti (resmin muhtevası; köyde koyunların arasında, at üzerinde mahalli kıyafetli genç bir kız duruyordu). Arnavutçaya tercüme edilmiş Kur’ân’da dolabın üzerindeydi ve bu çok hoşuma gitmişti.
Bize kahve, meşrûbat ve pasta ikram eden bu insanları çok sevdik. Bizde onlara yanımızda bolca götürdüğümüz fındık, Türk kahvesi ve dantelli başörtüsü hediye ettik. Bir süre sonra müsaade isteyip tekrar yola koyulduk. Ne yollar ne yollar… Tamamı bolca ormanlık dağların arasındaydı ve birkaç metre bile düz bir yol yoktu. Hepsi bol virajlıydı. Üstelik bu virajlar destursuz girilirse, bir manevrada dönemeyeceğiniz kadar da keskindi. Yine azıcık mübalâğa edeceksek, yoldan çok tünel vardı. Öyle betondan falan değil, dağdan kırılıp, oyularak yapılmış tüneller… Yollar her ne kadar virajlı ve yama-yokuş da olsalar, bakımlıydı. Bu yüzden sürüş anlamında bir sorun yaşamadım. Bir müddet sonra ormanların içinde tamamı ahşaptan yapılmış bir otele yerleştik. Ertesi günü aynı heyecanla yola koyulduk ve etrafı seyrederek devam ettik. Adriyatik kıyılarına doğru yaklaştıkça, önümüzdeki masmavi manzaranın yükseklerden kuşbakışı seyredilmesine doyulmuyordu (bu yüzden çok defa durup seyrettik). Deniz dağların dibinde fiyordlar gibi girişler, çıkışlar ve koylar yapmış. Deniz seviyesine indiğimizde havanın daha fazla sıcak olduğuna şahit oldum. O kadar ki, hem serinlemek ve hem de “Adriyatikten Çin seddine kadar” cümlesinin gereğini işaretlemek üzere denize girerek yüzdüm. Kendimce, turistikte olsa fetihlerin devamını sağlamış oldum.
Kimi yerlerde küçücük adalar oluşmuş ve birçoğunun üzerinde kiliseler var. Bosna Hersek tarafına doğru devam ettiğim alanlar daha fazla düzlüktü. Aynı zamanda da çok fazla sıcak… Bundan ötürü olsa gerekir, bolca üzüm bağları vardı. Güzel bir çeşmenin yanında durarak arabamda hazır olan küçük tüp, cezve, fincandan oluşan gereçlerle eşimle kendime, Türk kahvesi pişirip içtik. Başşehir Podgorica’ya gidene kadar geçtiğimiz şehirlerde ilgimi çeken şey, bolca yeni camilerin yapılıyor olmasıydı. Öğrendiğime göre maddî desteğin büyük bir kısmı, Türkiye’den hayırseverler tarafından karşılanıyormuş. Hatta kimi cami ustaları sırf hayır yapabilmek için buralarda yapılan camilere ücretsiz olarak çalışmaya geliyorlarmış. Gurur duydum doğrusu…
Bu sıcak ülkenin ekonomik yapısını özetleyecek olursam, % 60’ının ormanlık olmasından ötürü daha çok bu alanda üretim yapılıp Avrupa’ya ihraç ediliyor (kereste vs.). Bunun yanı sıra tarım fazla yok, fakat hayvancılık, keçi ve koyun alanında oldukça yaygın. Özellikle keçilerin dağlık mekânları sevmesinin gereği olsa gerek doğru bir tercih olmuş oluyor. Son önemli gelir kaynakları ise, muazzam sayıda Avrupalı turist çekiyor olmalarıdır. Çünkü bu tür ziyaretler için sıcaklık, temiz deniz (Adriyatik-Dalmaçya kıyıları) ve tabiî plajlar çok uygun. Fazladan dağ manzarası ve havası da olunca bu ülkenin, her mevsim turist alması da kaçınılmaz oluyor. Başşehir Podgorica fazla gelişmiş ve kalabalık olmamasına rağmen, yeni ve modern mimarî tarzdaki yapıların yükselmesi gözümden kaçmadı. Diğer şehirlerine nazaran başşehirde fazla İslâm göremedim. Daha çok papaz heykellerinin olduğu meydanlarda bolca kilise mevcut. İnsanlarının son derece sabırlı ve rahat olması ilgimi çekti. Trafik sıkıştığında bile oldukça müsamahakâr davranışları beni şaşırttı. Bana, Dünya’ya bir daha gelsen hangi coğrafyada yaşamak istersin diye bir soru sorsanız, hiç beklemeksizin “Karadağ” derdim.
Bütün Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm.
Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu. Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yıl’da ancak silinebilir ki, bu da mümkün görülmüyor.
Osmanlılık, yemeklerinden adabı muaşeret kurallarına kadar bütün etnik ve farklı din sahiplerine sirayet etmiş. Söz konusu ülkeler genelde Ortodoks olduğu için, gelişmiş olan diğer Avrupa ülkelerince fazla ciddiye alınmıyor. Bu yüzden de Balkanlar, (Osmanlı çekildikten sonra) halen daha Avrupa’nın en fakirleri ve barışa en çok ihtiyaç duyan insanların diyarı olmuş.
Sonuç; bu topraklar yetim bir halde bekleşiyor.