F. Akyüz, “Bediüzzaman, ‘Kıymettar 30-40 Türk gençleri, namazsız 30.000 hemşehrilerine tercih etmekle bu gurbeti ihtiyar eden...’ diyor. Üstad zorla sürgün edilmedi mi; neden ‘ihtiyar eden’ ifadesini kullandı?” diye sordu.
Cevaba, çarpıtılan sürgün hâdisesinden başlayalım: Millî Mücadele sırasında İstanbul'da faaliyet gösteren ve TBMM'nin takdirini kazanan Bediüzzaman, M. Kemal’in de şifre ile mükerer daveti üzerine 1922’de Ankara'ya gider. M. Kemal’le birkaç sefer görüşür, şiddetle tartışır. Neticeyi şöyle anlatır: “1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galeiibesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah’ dedim. ‘Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!’"1
Ayrıca, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir’ [hadisteki] tavsiyesine müracaatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdî edilmek istenen mebusluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye Vaiz-i Umûmiliği tekliflerini kabul etmez.”2 Ve 1923’te Ankara’dan ayrılır. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan bazı mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek, Van’a gider...
1925’te Şeyh Said hadisesi kanlı bir şekilde bastırılmış; idamlar ve ilgisi olduğu düşünülen pek çok insan sürgüne gönderilir. Çarpıcı ve çarpıtıcı olan şu ki, Bediüzzaman bu sırada sürgünler arasında değildir; 1926 Şubat'ında sürgüne yollanmıştır. Bunun, önleme ve vaz geçirmeye çalıştığı Şeyh Said Hâdisesiyle hiçbir ilgisi yoktur. “Şeyh Said Hâdisâtı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi.”3 şeklinde beyan eder.
Erek Dağı'nda bulunduğu mağaraya 1926 Şubat'ında üç kişilik bir jandarma müfrezesi gönderilir. Talebe ve halktan bir grup ona, “Aman Seyda, bizi bırakıp gitme! Başka bir yere, bir İslâm ülkesine de götürebiliriz” der. Bediüzzaman o teklifini kabul etmemiş, kendisine nezaret eden askerlerin talebeleri hükmünde olduğunu söylemiş ve “Merakı mucib bir hâl yoktur. Ben Anadolu’ya kendi rızamla gidiyorum”4 demiştir.
Ki, “Biz imanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var.”5 Zira, deccalizm/süfyanizmin “merkez üssü” burası!
Dipnotlar:
1-Lem’alar, Enst./intr., s. 181.; 2-Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 3-Barla Lâhikası, s. 202.; 4-Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayatı, s. 702.; 5-Tarihçe-i Hayatı, s. 441.