Van’ın kuş uçmaz kervan geçmez dağ başlarından başlayarak; Şırnak’ın derin derelerine kadar; Bediüzzaman’ın; Şark’ta ayak basmadığı toprak, uğramadığı aşiret, ziyaret etmediği ‘bir tek çadır’ kalmamıştır. İşte Bediüzzaman; böyle bir Meşrûtiyet ve Hürriyet kahramanı, bir büyük içtimaiyatcı, bir büyük sosyolog, bir büyük İslâm mütefekkiridir.
Geç kalınmış meşrûtiyetin, tadına doyulmaz hürriyetin mücadelesini verirken; Avrupa’nın gerisinde kalmamak adına yazılan bu eserler ve yapılan bu seyahatler neticesinde, ortaya çıkan bu muhteşem ‘İçtimaî Reçeteler’de, lâfız değil manaya, kabuğa değil öze odaklanmak gerektiğini, ifade eden Said Nursî; eserlerinde lâfıza yönelik hata ve kusurları böyle bir mazaretler ve sebepler zincirine bağlamaktadır.
“Lâfızların tebeddülüyle mana tebeddül etmez’’ 1 diyen Said Nursî için Tarihçe-i Hayat isimli eserinde şu ifadeler dikkat çekicidir: “Bediüzzaman eserlerinde, hemen bütün büyük müellif ve ediplerden farklı olarak lâfızdan ziyade manaya ehemmiyet vermiştir. Manayı, lâfza feda etmemiş; lâfzı manaya feda etmiştir.’’ 2
Sonuç itibarıyla bu içtimaî reçetelerin sosyal sahada, toplum nezdinde kabulü noktasında Said Nursî’nin hiç kimseye minneti yoktur. Zira bu toplumu, bu İslâm milletini maddî manevî saadete ve refaha ulaştıracak olan yegâne reçete budur.
Said Nursî bu noktada, kendinden emin olduğu için; fikri sağlam temellere oturtulmuş bir İslâm içtimaiyatı noktasında, onun kimseye eyvallahı söz konusu değildir. Bu eserleri anlamak için; bu haşin tabiatta yaşayan Kürt kavminin, fıtrî haletine bürünmek, onların gözüyle, onların gönlüyle mütalâa etmek gerekir. Yoksa ortaya çözümsüzlükten başka bir şey çıkmaz.
Said Nursî İslâm içtimaiyatıyla bezenmiş ve yükselmiş Kürt nüfusunu; Osmanlı veya Türkiye toplumuna adapte etmenin telâşındadır. Bu gün çekilen sıkıntıların; Said Nursî’nin bu eserlerinde ortaya koyduğu içtimaî reçetelerinin anlaşılmamasından dolayı olduğunun altını çizmek gerekir.
Münâzarât kitabındaki bu önsözün altına Said Nursî, ‘Hiçbir şeyi olmayan Said’ diye imza koymuştur. Bediüzzaman bundan sonra; ‘asıl meseleye gelelim babında, Şark’taki aşiretlerle olan diyaloglarını gündeme taşıyor ve bu asıl konu dediği ‘Meşrûtiyet ve hürriyeti’; vatanını, milletini, dinini, diyanetini seven insanların nazarına; aşiretlerle olan muhaveresini arz ediyor.
Dâvâsı memleket olan, dâvâsı millet olan, ‘gaye adamlarına’ düşüncelerini sunmuş oluyor Said Nursî.
Ve şöyle diyor: Olay meşrûtiyetin ikinci yılında yaşanmaktadır. İstanbul’un temsil ettiği asır hürriyetler asrı olan yirminci yüzyıldır. Ama meşrûtiyetin başına, daha doğmadan öyle bir gaile açılmıştır ki; İstanbul, temsil ettiği hürriyetler asrından, ortaçağ karanlıklarına doğru yuvarlanmıştır.
Bediüzzaman; temsil edilen asrın kavramlarını; Kürt aşiretleri içerisinde diriltmek, ayağa kaldırmak adına, Şark bölgesine doğu Kürdistan’a; (ki bu tabir Osmanlılar dönemine aittir, özellikle Sultan Hamid döneminde kullanılmıştır.) bir seyahate çıkmıştır.
Bu yolculuk baharda başlamış, yaz boyu devam etmiş; Güz mevsimini yaşayarak, kışın soğuğunu, Şam’ın Emeviye Camii’nde İslâm’ın içtimaî ve sosyal reçeteleriyle ısıtmıştır.
Bediüzzaman Şarkın yalçın ve sarp dağlarını, engin ovalarını, derin vadilerini, bir medrese yaparak; Kürt kavminin aşiretlerine Meşrûtiyeti anlatmıştır. Osmanlı’nın yeni yönetim tarzı olan meşrûtiyet konusunda; ekser kafaları karışık olarak gören Said Nursî’ye, aynı anda yüzlerce sorular sorulmaya başlanmıştır.
Meşrûtiyeti kötü olarak algılayan bu insanlara, ilmin anahtarı kabul edilen soru sorma fırsatını tanıyan Said Nursî; onların suallerine bakalım nasıl cevaplar verecektir ve bakalım onların soruları nelerdir?
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nuriye, YAN, s. 163.
2- Bediüzzaman Said Nursî,Tarihçe-i Hayat, s. 604.