"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Saraydaki hastalık: Vehim

Atilla YILMAZ
29 Eylül 2021, Çarşamba
Bir meşrûtiyet açılımı: Münâzarât (12)

Bediüzzaman; padişahlığın, tek adam idaresinin ve istibdatın sakıncalarını ifade ettikten sonra onlara, ‘İşte istibdatın mahiyeti budur’ diyordu. Bediüzzaman’a göre; padişah Yıldız Sarayı’nda mahpus gibi oturuyor, milletin derdini anlamıyordu. Padişahın saraya hapsolmasının ve milletin derdini anlamamasının sebebini, Sultan Hamid’in ‘tabiatına’ bağlıyordu.

Bediüzzaman’a göre bu sebeplerden dolayı Padişah; milletin derdini anlamaktan ve sorunlarına çareler üretmekten uzaktı.

“Sultan II. Abdülhamid’in en belirgin özelliklerinden biri gayet vehimli olmasıdır. Abdülhamid’in sahip olduğu kuşku duygusu o kadar derin ve kahredicidir ki bu kuşku duygusu her siyasî gölgenin içinde ve her karın ağrısının gerisinde onu olumsuz bir sonuç görmeye, bulmaya ve nihayet bunu önlemeye sevk etmiştir.’’ 1

‘’İktidar yıllarında ve sürgün günlerinde siyasî açıdan kaderinin ne olacağı konusunda duymuş olduğu endişeler vehmini belki tabiî kılabilir. Ancak o sadece siyasî noktada vehme kapılmakla kalmamış, sağlık noktasında da aynı ruh halini sergilemiştir.’’ 2

“Eğer dinî inancı olmasaydı Sultan Abdülhamid’in had safhaya varmış olan kuşkuculuğu veya vehmi, mevcut neticelerinden daha kötü, ciddî ve istenmeyen sonuçlar doğurur ve bu sonuçlar da kaçınılmaz olurdu.’’ 3

Bu haller, Bediüzzaman’ın belirttiği gibi padişahtaki vehim ve zaaf-ı kalp hastalığını göstermektedir. Belki saraya kapanmasının en önemli sebebi de bu aşırı derecedeki ‘vehim hastalığı’dır.

Bediüzzaman açısından bakıldığında; Sultan Abdülhamid milletin derdini anlamıyordu. Zaten onun tabiatı milletin derdini anlamaya müsait değildi. Ki Bediüzzaman, 1907’de İstanbul’a padişahla görüşmeye; Şark’ın dertlerini anlatmaya gittiğinde onunla bir türlü görüşememiş ve derdini anlatamamıştı. 

Sarayda hayat nasıldı bir de ona bakalım:

“(Abdülhamid) Kelimenin tam anlamı ile iffetli idi. Oysaki alkol ve işret, diğer bir ifade ile gece hayatı ve gayrimeşrû hayat tarzı, özellikle 1900’ün başlarında Osmanlı devlet ricali ve aydınları arasında gayet yaygın bir durum kazanmıştır. (...) İçki kullanmak veya işretle hemhal olmak hemen herkes tarafından çok tabiî karşılanmış.’’ 4

“Sultan Abdülhamid’in ilgi alanlarından biri de musıkî idi. Özellikle Batı musıkisinde bilgisi oldukça ileri idi. Sultan Abdülhamid Türk musıkisinden pek hoşlanmazken Batı, özellikle İtalyan musıkisini sevmiş ve dinlemiş. Yıldız Sarayı’nda konserler verdirmiştir. Sultan Abdülhamid’in Türk musıkisinden pek hoşlanmayıp Batı musıkisini sevmesinin gerisinde onun Guatelli Paşa ve Lombardi adlı iki İtalyan’dan musıkî dersleri almış olmasının etkili olduğu düşünülebilir.’’ 5 

“Sultan Abdülhamid tiyatroyu severdi. İktidar yıllarında Yıldız Sarayı’nda özel bir tiyatro yaptırmış, burada meşhur oyunları sahneye koydurtarak seçkin dâvetlilerin de katılımı ile bunları zevkle izlemiştir. Ekseri çok çalıştığı ve zihnen yorulduğu günlerde tiyatro sunum ve seyri için hazırlık yapılmasını emrederdi. Sarayda bir tiyatro heyeti vardı. Bu heyet İtalyan artistlerden oluşmaktaydı. Bu artistler tabiî olarak Batı piyeslerini oynarlardı. Böyle olmakla birlikte alaturka oyunlar içinde Mızıka-i Hümayun denilen kadroya dahil sanatkârlar da vardı. Son zamanlarda aslen Ermeni ve iyi bir komedyen olan Abdürrezzak Efendi de bunların arasında yer almaktaydı.’’ 6

Bediüzzaman’a göre padişah bu tabiatından dolayı milletin halini anlamıyordu.

Said Nursî; aşiretlere, ‘Hükümetteki istibdada her şeydeki istibdadı kıyas ediniz.’ diyor.

İSTİBDATIN ÇARESİ; MEŞRÛTA-İ MEŞRÛTA

İstibdatın ne demek olduğunu ve zararlarını avama ders verdikten sonra; meşrûtiyet-i meşrûayı onlara ders veriyor ve bu kavramın da içini misallerle dolduruyor: Meşrûtiyetin ilânından sonra teşekkül eden yeni hükümeti ‘İslâm Hükümeti’ olarak niteleyen Bediüzzaman; bu İslâm hükümetinin esas gayesinin zarurî olarak meşrûtiyet-i meşrûa olduğunu ifade ediyor.

Bediüzzaman’ın meşrûtiyetten anladığı ve savunduğu ‘meşrûtiyet-i meşrûa’dır.

Bu konuda Said Nursî yalnız değildir. Mehmet Âkif, Şeyhülislâm Musa Kâzım, Filibeli Ahmed Hilmi, İskilipli Atıf Efendi vb. şahsiyetler de Bediüzzaman’la aynı kulvardadır. Aynı düşüncenin adamlarıdır.

“Esad Efendi ‘Hükümet-i Meşrûta’ adlı risalesinde ‘Hükümet-i Meşrûta nasıl hükümettir?’ sorusunu; ‘Kâffe-i muamelatı bir şer’i kanunla mukayyed olan hükümettir.’ şeklinde cevaplıyor.” 7

“Esad Efendi’nin soru-cevap şeklinde hazırladığı ‘Hükümet-i Meşrûta’ adlı eserde şöyle bir bölüm var:

Sual: Bizim hükümetimiz nasıl hükümettir?

Cevap: Bizim hükümetimiz esasen şeriatla mukayyed olduğundan hükümet-i İslâmiyedir, binaenaleyh hükümet-i meşrûtadır.” 8

“Hükümet-i Meşrûta; başıboş bırakılmayarak millet tarafından birçok şart koşulmuş ve şartlar birer birer sayılarak bu şartlara göre yürür ise sana itaat ederiz; diyerek hükümetle mukavele yaptıktan sonra söz vermiş hükümettir.”

HASTALIKLARIMIZ VE ONLARIN ÇARELERİ

Önceden istibdatla ilgili verdiği misali farklı biçimde yorumlayarak tekrar açıklayan Said Nursî; bu kez çadırı bir eczaneye benzetiyor, kendisini de hekim olarak çadırda bulunan bir doktor olarak konumlandırıyor. Önceki misalden farklı olarak çadıra gelerek çadırın etrafında yer alanlar, kendisine yağ çeken dalkavuklar yerine; ayrı ayrı köylerdeki hastalıkları teşhis etmiş, reçetelerini o hastalıklara göre yazmış, seçilmiş adamlardan oluşuyor. Bu eczane denilen çadırda, farklı içtimaî ve sosyal problemler, hastalıklar için dizayn edilmiş ilâçlar bulunmaktadır.

Bir seçkin adam, bölgenin hastalığını teşhis etmiş yanına geliyor. Reçetesinde cehaletten ve bilgisizlikten neşet eden, cehalet hastalığı var. Kendisi de; ilimden, fenden oluşan, yöre halkının lisanında eczaneden bir ilâç karışımı yapıyor ve veriyor.

Yine donanımlı, intihap edilmiş seçkin adam; reçetesinde kalp hastalığı mesabesinde olan, ‘dinde zaafiyet’i gösteriyor. Bediüzzaman da fenle ve ilimlerle dinî bilgileri birleştirerek bir ilâç hazırlıyor, bu ilâcı da öğretmenlerin, hocaların halk üzerinde kullanılmak üzere ellerine veriyor.

ACI REÇETEYİ KULLANMAK ŞART

Yöredeki hastalıkları teşhis etmiş, onların reçetesini yazmış donanımlı seçkin şahıs; “Aşiretler arasında düşmanlık, husûmet hastalığı var.” diyor, reçetesini gösteriyor. Çadırda tabip görevini üstlenen Bediüzzaman da, ona fikr-i milliyeti uyandıracak, ışıklandıracak, muhabbeti ve uhuvveti husûmet yerine ikame edecek acı bir ilâç hazırlıyor. Kullanılmak üzere onun eline veriyor. Fikr-i milliyeti İslâm kardeşliği ile, İslâm milliyeti ile mezcediyor ki husûmeti ve düşmanlığı ancak “Mü’minler birbirlerinin kardeşidir, inananlar kardeştir.” fikri def edip muhabbeti ve uhuvveti onun yerine tesis edebilir. 

Diğer sosyal ve içtimaî hastalıkların ilâçları, bu düşmanlık ve husûmet hastalığının ilâcı kadar acı değildi. Bu hastalık için acı bir reçete hazırlanmıştır. Size acı gelecek, ama kullandığınız takdirde sizdeki bu sosyal yaraya merhem olacak, sizdeki husûmet yerine merhamet ve muhabbet duygularını ikame edecek ve yerleştirecektir.

Fikr-i milliyette his ve heyecan vardır, bunlar da nefsin hoşuna gider. Ama insan İslâmiyet milliyeti ile ıslah edilirse ancak kemale erecektir. Gerçi biraz zor olacak, ama; ırkî değerleri ön planda tutmak yerine İslâm milliyeti esas alınırsa ancak muhabbet tesis edilecektir.

Bu hastalıkları yerinde teşhis etmiş; halkın halini ve vaziyetini gören, içinde yaşayan bir hekim ancak; vatan hastanesindeki çocukları helâk olmaktan, yok olmaktan, anarşiden ve husûmetten kurtarabilir.

İşte bu; istibdat yönetiminde değil, meşrû meşrûtiyet yönetiminde gerçekleşecektir.

Ki, saraydaki yönetim yerine; içinizden seçilmiş insanların oluşturduğu Osmanlı Mebusan Meclisi ancak bu problemlere çareler üretecektir.

Her büyük adam bu ilkeleri nazara almak zorundadır. ‘Her büyük adam’dan kasıt; aile reisleri olduğu gibi, bütün resmî dairelerdeki birim amirlerinden tutunuz, memleket idaresinde söz sahibi olan en yüksek makamdaki şahıs dahil; lider ve yönetici konumundaki herkestir.

Peygamber Efendimiz; ‘Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden sorumlusunuz’ hadis-i şerifiyle ile onlara yol göstermektedir.

Dipnotlar:

1- “Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid”, Cilt 3, s. 229, Erciyes Ünv. Yayınları, No: 184/2011-Kayseri.

2- a.g.e. s. 229.

3- a.g.e. s. 230.

4- a.g.e. s. 239.

5- a.g.e. s. 235.

6- a.g.e. s. 235.

7- Ar. Gör. Yusuf Tekin, “Osmanlı’da Demokrasi Tartışmalarının Miladı Olarak Meşrûtiyet Öncesi Tartışma Platformu”, Ankara Ünv. SBF Dergisi, 55-3.

8- a.g.e. 56-3

Okunma Sayısı: 5165
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Said Yüksekdağ

    29.9.2021 19:25:57

    Allah razı olsun Atilla abi. Kalemine kuvvet 🤲

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı