İstibdat yönetiminin derman diye bölgede uyguladığı içtimaî reçeteler, bölge insanının yaralarına merhem olmaktan ziyade onların içtimaî hastalıklarını daha da arttırmıştır.
Bediüzzaman’ın Meşrûtiyetle birlikte kurulan hükümetin ve yeni yönetim tarzının halkın sosyal ve içtimaî yaralarına merhem olacağına dair yaptığı açıklamalar ve öngörüler konusunda soru soran muhataplarının, meşrûtiyetin yeni uygulamaları konusunda endişeleri vardır.
“Ne diyorsun?’’ derler. “Eski hal devam ediyor.” tarzında bir itirazdır bu cümle. Ve bir Arap atasözü ile endişelerini ve itirazlarını sürdürürler.
“Vücudu hastalıktan şişmiş ve dolgunlaşmış kimse güzel görünür. Ama bu vaziyet adamın sıhhatine değil hastalığına bir işarettir. Görünüşte kilo almış sağlam gibi görünmektedir. Şu anki uygulamalarda bir değişiklik yok, aynı istibdat ve fenalık devam etmektedir. Bu yönetim de eskiye benziyor. Bizim halimizde bir değişiklik yok. Demek ki senin bize tarif ettiğin meşrûtiyet daha bize gelmemiş” derler.
Aslında aşiretlerin, bu soruyu sormakta onları haklı çıkaracak gerekçeleri vardır. Meşrûtiyetin ilânıyla birlikte seçimlerin üzerinden henüz altı ay bile geçmemişken 31 Mart Hadisesi vuku buldu.
Seçimlerin yapılmasından sonra; “Açıkça iktidara geçilememiştir. Yönetim, Said Paşa ve Kâmil Paşa gibi istibdat erkânının kurdukları hükümetlere bırakılmıştır.’’ 1
‘’Başlangıçta İstibdat’ın kilit isimleriyle uzlaşmaya gidildiği görülmektedir. Bunlar da zaten Meşrûtiyet’in yeniden ilânını benimseyerek yerlerini muhafaza etme stratejisine yönelmiştir. Naim Tufan’a göre; devrimcilerin uzlaşmacılığı, eski düzenin tavizci tavrıyla örtüşmüştür. Böylece iki taraf ne tam galip ya da mağlûp olmuş, değişikliğe uğrayan eski düzen içinde varlıklarını beraberce sürdürmüşlerdir.’’ 2
“İstibdat ricalinin bir şekilde ayakta kalmasının bir sebebi de, şahsî meseleler ve küçük fikir ayrılıkları yüzünden bizzat İTC’nin, Abdülhamid aleyhtarı ve meşrûtiyetçi bilinen bazı kişilerin yüksek mevkilere gelmesine müsaade etmek istememiş olmalarıdır.’’ 3
Bu ve buna benzer sebeplerden ötürü Bediüzzaman’ın tarif ettiği Meşrûtiyet henüz Doğudaki Kürt aşiretlerine ulaşmamıştır.
Bediüzzaman’ın; onların halihazır uygulamadaki meşrûtiyetten memnun olmayışlarını bir Arap atasözüyle ifade etmelerine katılmadığını görmekteyiz. “Hayır” diyor, “Ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben huri gibi güzel hür bir hürriyeti methettim.” derken teşbihlerle dolu veciz bir ifade ile hürriyeti ve meşrûtiyeti tasvir ediyor.
O da selefi Namık Kemal gibi Hürriyeti eşsiz güzellikte bir kadın (huri) tasviriyle resimliyor. Bu nazenin, huriler kadar güzel hürriyet ve meşrûtiyet; aşiretlerin ona karşı ilgisiz ve duyarsız kalışlarından dolayı oralara gelmemiş.
Burada Bediüzzaman, (bilmana) çarpıcı bir tesbitte bulunur: Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil.’ Meşrûtiyetin muhtevasında ve hakikatinde zulüm diye bir şey yoktur. Bu meşrûtiyeti uygulama sahasına koyanların keyfî idaresidir. Bilgisizlikten ve cahillikten kaynaklanan bir problem vardır. Siz haklarınızı bilmezseniz ve meşrûtiyete sahip çıkmazsanız başınızdakileri de müstebit yaparsınız. Sizin bu haliniz meşrûtiyetin size gelecek olan kısa süresini uzamasına sebep olacaksınız.
AŞİRETLERİN ‘VERGİ’ RAHATSIZLIĞI
Bediüzzaman burada bir örnek verir: Küdan (Gewdan) ve Mamehuran aşiretleri devlete ödemeleri gereken vergiyi zamanında vermiş olsalardı bu zulmü görmeyeceklerdi.
Vergi meselesi; Osmanlı iktidarının hem Abdülhamid döneminde, hem de İTC hükümetleri dönemlerinde hep baş ağrıtan bir meselesi olmuştur.
Bediüzzaman’ın vergiler konusunda zımnî bir muhalefetinin olduğunu ‘alâküllihal’ ibaresinden anlıyoruz. Aslında Bediüzzaman da ağır vergilerden rahatsızlığını bu kelime ile ifade etmiş oluyor. Ama, “Mecburen vereceğiniz vergiyi asker gelmeden verseydiniz feci olaylar vuku bulmayacaktı.” diye onları da uyarmış oluyor.
1908’den sonra yapılan ıslahat hareketleri ile Doğu bölgesinde vergiler arttırılmıştı. Ağnam vergisi, aşar vergisi, temettü vergisi gibi birçok vergiler vardı. Bu sebeple, 1910’dan itibaren halk yerel ölçekte küçük çaplı da olsa isyanlarda bulundu.
“Çöl taraflarında yaşayan ve belirlenen miktarda vergi vermeyen Kiki, Kigı, Milli ve Dekuri gibi birçok aşiretin vergi vermesi planlandı.’’ 4
Vergi konusu sadece Meşrûtiyet hükümetleri dönemlerinde değil; Osmanlı’nın son dönemlerinde hep şikâyet konusu olmuştur.
Tayy aşireti, “19. yüzyılın ikinci yarısında Mardin’deki Milli, Dekori ve Mirsinan kabilelerini taciz etmesi, bazı uygunsuz davranışlarda bulunması ve aşiretlerden ‘huve’ adında vergi talep etmesi üzerine bir kargaşaya sebep olmuştur. Şammar ve Kiki aşiretleri ile ittifak kurarak bölgede asayişi bozacak faaliyetler içine girmiştir.’’ 5
“Asayiş problemlerinin devam ettiği bu dönemde Osmanlı, bölgedeki nüfus sayımının tamamlanmasına çalışmaktadır. Aşiretler için nüfus sayımı, vergi ve askerlik yükümlülüğü anlamına gelmekteydi. Bu sebeple, devlet güçleriyle karşı karşıya gelmek pahasına engellenmesi gereken bir faaliyetti. 1889 Mayısı’nda Mardin sancağı dahilindeki Nevahi-i Erbaa ahalisi, nüfus sayımı için görevlendirilen heyete muhalefet ediyor ve aşar toplanamıyordu. Bu sebeple Diyarbakır’dan askerî kuvvet isteniyordu. Aynı dönemde Milli ve Kiki aşiretleri de nüfus memurlarını tehdit ederek nüfus sayımı yapılmasını engelliyorlardı.’’ 6
“Asırlardan beri devletle aşiretler arasında tek münasebet vergiler vasıtasıyla kurulduğundan, aşiretler nazarında devlet vergi alan bir müessese olarak telâkki edilmiştir.” 7
Aşiretler Bediüzzaman’a; ‘bu yeni hükümet de eskisi gibi zayıf’ dediler. Bediüzzaman da buna karşılık, yine harika bir benzetme ile karşılık verir: “Kuvvetsizlikte, dokuz yaşındaki çocuk doksan yaşındaki ihtiyara benzer. Fakat o, kabre müteveccihen iner, eğilir, girer; şu ise, doğrulur, şebabete doğru yükselir.” 8
Teşbihlerle süslü; istibdatın ve meşrûtiyetin halini ifade eden, harika bir benzetme.
İstibdat ihtiyarlamış, yaşlanmıştır. Ömrünü tamamlamıştır. Hürriyet ve özgürlük dalgasının önünde, onun direnebilecek gücü kalmamıştır. O, ölüp mezara girecektir. Ama Meşrûtiyet yeni doğmuştur. Doğrulacak, ayağa kalkacak ve gençliğe, mükemmelliğe doğru yol alacaktır.
Bediüzzaman’a soru soranların merak ettiği bir husus daha vardır: “Meşrûtiyet’in ilân edilmesine ve uygulamaya konulmasına rağmen neden hâlâ eski hal devam etmektedir? Neden meşrûtiyetin iyilikleri ve güzellikleri ortaya çıkmamaktadır?” Bunun izahını isterken; “Neden safi olmuyor, neden hâlâ bulanıktır?” diye sorarlar.
Dipnotlar:
1- Dr, Abdülhamid Kırmızı, Meşrûtiyette İstibdat Kadroları: 1908 İhtilâlinin Bürokraside Tasfiye ve İkame Kabiliyeti, 1908-2008 Jön Türk Devriminin 100. Yılı, Uluslararası Kongre, 28-30 Mayıs 2008, Ankara Ünv, Sosyal Bilimler Fak.
2- a.g.e.
3- a.g.e.
4- Ar. Gör. Hakan Aslan, Dicle Ünv. Tarih Bl., Devlet Aşiret ve Eşkıya Bağlamında Osmanlı Muhacir İskan Siyaseti, 1860-1914, Göç Araştırmalar Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, Ocak-Haziran 2016.
5- Dr, İbrahim Özcoşar, Merkezileşme Sürecinde Bir Taşra Kenti Mardin -1800-1900, s. 112, Şarkiyat Enstitüsü Yayınları, Mardin Artuklu Ünv. Yayınları.
6- a.g.e., s, 166.
7- Prof. Dr. Metin Hülagü, Doç. Dr. Şakir Batmaz, Doç. Dr. Gülbadi Alan, Devr-i Hamid Sultan II. Abdülhamid, Cilt 1, s. 362, Erciyes Üniversitesi Yayınları-Kayseri.
8- Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, YAN, s. 63.