Genel anlamda şeriat; insanı en mükemmele ulaştıracak, ebedîleştirecek yol güzergahı, kurallar bütünüdür diyebiliriz.
İnsan çok yönlü bir varlık olduğu için bahsettiğimiz yol güzergahın-da elbette sadece kamu düzenini ilgilendirecek kurallar yer almaz. Bediüzzaman Said Nursî’nin Divan-ı Harb-i Örfî’de dediği gibi, “Şeriat da yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir”.
Demek ki şeriatın yönetime ba-kan kısmı yüzde birlik bir kısmı oluşturmuştur. (Fakat yanlış anlaşılıp yüzde bir hafife alınmasın.)
Öncesinde sayılan ahlâk, ibadet, ahiret ve fazilet kavramlarının ise yüzde doksan dokuzu oluştur-duğunu düşünürsek kamu düzeni-nin de bu değerlerle yönetildiğini söyleyebiliriz.
Bu hususta şeriatın anayasası hükmünde olan Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş metodunu incelemek güzel bir örnek olabilir.
Arap yarımadasında cahiliye dö-nemi alışkanlıkları hüküm sürerken Kur’ân-ı Kerîm, Mekkî (Mekke’de inen) surelerde, “yâ eyyuhen’nâs [ey insanlar]” hitabı ile bütün insanları muhatap almış ve daha çok ahlâk, fazilet, tevhit, bireysel inanç ve değer konularını işlemiştir.
Daha sonrasında Mekkeli müş-riklerin Müslümanlara baskı ve zulümleri onları hicret etmeye mecbur bırakmış, bu baskı ve şiddet sebebiyle, tevhid, tevekkül ve ahlâk gibi değerlerin iyice yerleşmesi, Müslümanların şeriatın temel prensiplerini tam manada yaşamalarına vesile olmuştur. Temel prensipler yerleş-tikten sonra Medenî (Medine’de inen) ayetler inmeye başlamış ve “Yâ eyyuhel-lezîne âmenu [ey iman edenler]” hitabıyla iman edenleri muhatap almıştır. Bu ayetlerin içerisinde artık kişiler hukukunu oluşturan muamelat, ameller, toplumsal düzen ile ilgili kurallar da vardır.
Özetle Kur’ân’ın/şeriatın metodu ahlâk ve tevhid ile önce vicdanlara hükmetmek olmuştur.
Vicdanlara hükmetmek; bireylerin suça sürüklenmesini engel-lediği gibi bireylerin geleceğini belirleyen hâkimler için de bir yasakçı olmuştur.
Uzun yıllar hüküm süren Osmanlı devletinde hırsızlık sebebiyle kesilen el sayısının ondan az olması bu konuya güzel bir örnektir.
Anayasa hukuku ve medenî usul hukuku dersinde “yargı bağım-sızlığı” başlığı altında anlatılan “hâkime hiç kimsenin tavsiye, tel-kin, emir ve talimat verememesi” prensibi, çok gerekli bir kuraldır. Ancak hâkime mutlak bir alan tanıması da doğru değildir. Zira onun da bir insan olması sebebiyle hâkim olamadığı duyguları vardır ve sanığın ya da davalının bundan korunması gerekir. Bu sebeple hâkim hem vicdanî/ İlâhî bir telkin ve emir almalı ve hem de kanunlarla sınırlanıp yargı hiyerarşisi içinde denetlenmelidir.
Şeriatın aslî kaynağı olan hadis-lerden birinde “Âdil bir hâkim kıyamet günü hesap için getirtilir. Şiddetli hesapla karşılaşınca şöyle der: ‘Keşke iki kişi arasında bir hurma için dahi hüküm vermeseydim’” denilmesi de gösteriyor ki şeriat kanunları adalet konusunda en ufak bir lakaytlığa kayıtsız kalmaz ve İslâm hukuku adaleti hassas mizanlarla ölçerek kişisel hakları güvence altına alır.
Sonuç olarak, hocamızın sor-duğu “Modern hukuk ile İslâm hukukunu karşılaştırdığımızda bu zamanda hangisini tercih ederdiniz?” sorusuna gelecek olursak;
Şeriatın yüzde doksan dokuzunu oluşturan ahlâk kavramından yoksun bir anlayışla yol giden ama bu sırada şeriatı(!) kendi keyfî yönetimlerine ve müdahalelerine kılıf olarak giydirenlerin sahte düzenini elbette istemiyorum.
Tarihî örnekler ile de görüldüğü üzere, bir tür tek adamcılık sistemi sayılabilecek olan padişahlıkta bile keyfî müdahalenin önüne önemli ölçüde geçebilen bir şeriatı ise, aslında Sahabe mesleği olan cum-huriyet yönetim biçiminin kılıfı altında keyfî hamlelere daima aç-ık kapı bırakan modern hukuka tercih ederim.