Hukuk deyince herkesin aklına ilk olarak kamu düzeni ve toplumun hukuku gelir. Oysa Kur’an’da emredilen adalet-i mahzâ açısından hukuk, ferdin hakkından başlar ve toplumsal adaleti fert fert inşa eder.
Bu iki kavram arasındaki farkı anlayabilmek için tam adaletin sağlandığı Asr-ı Saadette fert haklarına gösterilen özeni ele alabiliriz.
Örneğin Peygamberimize; küçüğünden büyüğüne, Müslümanından gayrimüslimine herkesin çekinmeden sorularını sorması ve Peygamberimizin tüm sorulara saygıyla, sabırla cevap vermesi, üstünde düşünüldüğünde pek çok kıymetli değeri ortaya çıkarır.
Fert hukukunun korunması her alanda şahısların kendilerini rahatça ifade etmesinden yani istişare ortamından geçer.
Örneğin Peygamberimizin, Uhud muharebesinde, yanlış bir savaş metodu olduğunu belki de bilmesine rağmen istişareden çıkan karara uyması ve Peygamberimiz gibi düşünen sahabenin de canları pahasına çoğunluk kararını kabul ve tatbik etmesi; şartlar ne olursa olsun farklı fikirlerin ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde uygun ve demokratik bir zemin hazırlanılabildiğini gözler önüne serer.
İnsanın yaratılış itibariyle kainattaki her şeyle bağı vardır ve bu bağı düzgün tutmaktan sorumludur.
Sokaktaki kediden, insanlardan ve diğer bütün mahlukattan…
Özellikle ilişkilerimizde muhatabımıza karşı sorumluluğumuz ile duygularımızı karıştırmamak gerekir.
Ve yine adalet-i mahzâ gereği hakperest davranılması lazımdır. Atalarımızın dediği gibi “sap ile saman” da karıştırılmamalıdır.
Vicdanımızın sesine rağmen insanî değerlerimizi fikir farklılıklarımıza ve hissi yaklaşımlarımıza feda edip toplumsal münasebetlerimizdeki sorumluluklarımızı ihmal etmek, adalet-i mahza kanununa zıt bir davranış olur.
Bu konuya en iyi örnek Hz. Vahşi hadisesidir: Hz. Vahşi Uhud savaşında Hz. Hamza’yı şehit etmiş, sonra pişman olmuştur. Bunun üzerine Peygamberimiz tebliğ vazifesini yerine getirerek onu İslam’a davet etmiştir ve o da Müslüman olmuştur. Ama Vahşi’yi her gördüğünde sevgili amcası Hamza gelir gözünün önüne ve ona “Seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.” demiştir. Hz. Vahşi de peygamberi üzmemek için onun sohbetlerine görünmeden katılmıştır.
Peygamberimizin tebliğ vazifesini yaparken duygularını karıştırmadan hareket etmesi, Kur’an’ın adaleti olan adalet-i mahzâyı tatbik ettiğinin bir göstergesidir. Bu müsbet hareket tavrı, küfürde en aşağı seviyede (esfel-i safilînde) olan birçok insanın imanla en yüce mertebeye (alây-ı illiyine) çıkmasına vesile olmuştur.
Ve yine insanın kainattaki bütün mahlukatın ibadetini yeryüzünün halifesi sıfatıyla Allah’a sunma vazifesine duygularını yani nefsini karıştırıp namazı terk etmesi de mahlukatın hukukuna tecavüz olduğu için adalet-i mahzâya ters düşüyor.
Adaleti sağlamak için bizim bir hükümdar olmamız gerekmiyor. Hukukun ön planda olduğu bir toplumda yaşamak istiyorsak, Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali önce şahsî ilişkilerimizde hakkı hukuku gözetmeliyiz. Her şeyden evvel, insanın eşref-i mahlukât olması kavramını kalbimize tam yerleştirmeliyiz ve ilişkilerimizde farklılıklarımıza odaklanmak yerine önce Allah’ın isim ve sıfatlarının bir aynası olmak açısından eşit potansiyele sahip olduğumuzu bilerek ilerlemeliyiz.