Eşyanın belirlenen bir kalite seviyesi, öngörülen bir üretim standardı var.
İmalat gerçekleşince planlandığı gibi olmuş mu diye bakılır, kontrol edilir. Standarda uyuyorsa, ne âlâ; uymuyorsa, üretici firma, ikaz edilir; belki de itap görür yukarıdan.
Maddî hataların giderilmesine, elle tutulur kusurların izalesine bir şekilde çare bulunabilir. Söz konusu olan eşya değil de, eşyayı kullanan ise ve eşyayı kullanmak ya da kullanmamak noktasında yanlış yapıyorsa buna ne diyebilir ne yapabiliriz ki? “Mal benim değil mi?” der, çıkar. Alma da satma da; algılama da düne göre, bugün farklı.
Geçim zor, ama hayat standardı, sanılandan ileri. Evlerde, hanelerde ‘yok’ yok. Beyaz eşya, siyah eşya; laciverti, moru var. Mevsimlerde değişecek her ebatta halı var. Olmadı; ne güne duruyor mağazalar?
Uzat kartı, “cırt cırt”, işlem tamam; istediğin, emre hazır bir anda. Borçla da olsa, üç aşağı beş yukarı, herkesin her şeyi var.
Bunlar, maddî ihtiyaçların bilinen kalemleri. Arabalar, olan yerde birden fazla; telefonlar, ah o telefonlar!
Çocukların ellerinde oyuncak.
Evde kazan kaynıyor; kimi yerde aş, kimi yerde taş.
Şirazeden çıkmış gençler ise, AVM’de oynuyor.
“Babam sağ olsun” mantığıysa işte, bu!
Gel gelelim, gözler bir türlü doymuyor.
Elde bulunmayan ne varsa, ihtiyaçlar listesinde yazılı.
Unutmamalı ki, ihsan edilen her nimet, her zaman, samimi şükür ister.
Evvelce, eskicilik sektördü. Para karşılığı mahallelerden toplanan eski libas, bitpazarına gider; iliği, söküğü onarılarak tezgâhlara inerdi. Çeşit çeşit, rengârenk, arz-ı endam ederdi.
Böyle bir pazardan, bir pantolon giymiştim; onu, ne kadar çok sevmiştim.
Bir tarafta, bırakın müstamel elbise almayı, giymeyi; elindekilerini eskitme şansı olmayan bir kesim!
Diğer tarafta ise, tekrar, ikinci el kıyafet satan bitpazarı mahiyetindeki internet siteleri…
Bir şeye ne kadar kolay ulaşılırsa, o şeyin israfı, o nispette artıyor. Çünkü kıymeti bilinmiyor.
Bu fakir, mükellef bir koltuk takımını çöpe atılmış hâlde gördü. Pes, doğrusu!
Demek, ihtiyaçtan öte, “israf” öne çıkıyor.
Terazinin dilini, neden denk tutamıyoruz acaba, neden?
Ne yazık ki hayat standardı yükseldikçe, bir kısım insanlık kalitesi alçalıyor, hatta, “adam”lık grafiği yerlerde sürünüyor!
Kimse, eğilip, aşağıya bakmıyor.
Bu yanlıştan, bu garabetten kurtulmanın çaresi gâyet net: İktisat ve kanaat.
Eşine kanaat, işine kanaat, eşyana kanaat; maişetine kanaat.
Peygamber Efendimiz (asm): “Kanaatı elden bırakmayın. Çünkü kanaat tükenmez bir hazinedir”1 buyuruyor.
Kanaatın mefhûm-u muhâlifi ise, israftır. Bediüzzaman, Risale-i Nur’da: “Evet, hangi müsrifle [israf edici kişiyle] görüşsen, şekvalar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin”2 diyor.
Varsa, “var”a; yani, Veren’in verdiğine hamd etmeli. Yoksa; Rabbimizin çok zengin, çok cömert, çok ikram edici ve ne çok merhamet sahibi olduğunu düşünerek dergâhına varmalı.
Kapısını şükür ile çalmalı.
Dipnotlar:
1- Aclûnî, 2:102. 2- Lem’alar, s. 258.