Geçen hafta, Türkiye CHP Genel Başkanı Özür Özel’in solculuğu övmesini tartışırken, Avrupa, otomobil devi Audi’nin küçülme kararı ve Belçika Brüksel’deki fabrikasını kapatma ihtimali sebebiyle oradaki işçilerce yapılan bir grev ve eylem ile çalkalandı.
Olayların magazin boyutu, sağ-sol kavramlarının harcanma biçimi ya da asayiş kısmı bizi çok da ilgilendirmiyor. Ama sendika hakkı ve grev hakkı konusunda da haklı olarak Avrupa’ya imrenen işçilerimizi desteklemek için yazıyoruz.
Sendikalaşmanın tarihçesini bilirsiniz:
Sanayi devrimi sürecinde Avrupa’da pür liberal hukuk anlayışı hâkimdi.
Yani devlet ve hukuk, sözleşen tarafların eşit olduğunu varsayar ve kişiler arasındaki sözleşmelere karışmaz ve pazarlığa müdahale etmezdi. Böylece işçilerin ücretleri de güya tam serbest piyasa şartları içinde belirlenmiş olurdu.
Ama bu iyimser varsayımın fiilî durumda hiçbir şekilde geçerli olmadığı ve asla olamayacağı açıktı ve sanayileşme sürecinde her geçen gün daha da netleşiyordu.
Zira materyalist felsefenin kuşattığı zenginler şuna inanıyordu: Güçlüysen haklısındır!
Nitekim Bediüzzaman da bu konuda şunu söylüyor:
“… felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ ‘Elhükmü lil-galib’ bir düsturudur. ‘Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.’ der. Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevk etmiştir.”
Yani materyalist Batı düşüncesinin yaklaşımına göre, kuvvet bizatihi güzel görülen olumlu bir şeydir. Hatta hukukta da ‘galip olan son sözü söyler’ kuralı işler. Çünkü onlar, ‘galip olanda bir kuvvet vardır ve kuvvette de bir hak vardır.’ derler. Böylece materyalizm zulmü manen alkışlamış, zalimleri cesaretlendirmiştir. Hatta gücünü kötüye kullanan cebbarları tanrılık iddia etmeye sevk etmiştir.
Bu zulmün bitirilebilmesinin şartı, devletin, hürriyeti esas kabul eden ama gerektiğinde emredici hukuk kurallarıyla güçlüye müdahale eden sosyal devlete dönüşmesidir.
Bu dönüşümde, devlet, bir uçtan diğerine (komünizme) savrulmamalı, ikisinin ortasında kalmalıdır. Zira pür liberalizmden komünizme savrulmak, eskiden köle ve esir olan işçiyi işçi (ecir) olmaktan çıkarır ama bu kere devlete esir ve köle eder.
Sosyal devlet, esasen Kur’an’ın bakışına da uygundur. Nitekim Bediüzzaman aynı bahiste “Düstur-u nübüvvet ‘Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir’ der, zulmü keser, adaleti temin eder.” diyerek ölçülü devlet müdahalesinin nebevî bakışa uygun olduğunu da ifade eder.
Şunu da ifade edelim: Materyalizm ile kapitalizm ve liberalizm ilişkili ve belki de bağlantılıdır ama aynı şeyler değildir.
İşçiyi güçlendirmenin yolu sendikalaşmadır ve grev hakkıdır. Bu bir tür tarafgirlik halidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. … Hem tarafgirlik marazı; mazlum avamı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor.”
Gelelim günümüze…
Avrupa’da başta Fransa ve İngiltere gibi bazı ülkelerde grev kavramı hem bir hak ve hukuk kavramıdır ve hem de günlük hayatın bir parçasıdır. Normal görülür. Düzen buna göre kurulmuştur. Tertibat buna göre alınmıştır.
Almanya ve Avusturya gibi daha disiplinli bazı Avrupa ülkelerinde de grev bir haktır ama nisbeten daha az görülür ve günlük hayata fazlaca etki etmez.
İşgücünün para etmesi açısından ise bu iki grup ülke arasında pek fark yoktur ve hatta belki de ikinci grup ülkede işçiler daha fazla tatmin olur. Zira bu ikinci gruptaki ülkelerde grevin yaptığından daha fazlasını “grev korkusu” yapar.
İslâm Ülkeleri denilen yerlerde bu hakkın esamesinin dahi okunmamasının sonucu, bu günkü perişaniyetimizdir.
Biz AB’ye girme sürecini devam ettirebilseydik, kendisinden kaçılan ülke değil, kendisine kaçılan ülkeye dönüşecektik ve kendi coğrafyamıza bu şekilde de örnek olabilecektik.
Yine oluruz inşallah. Ama bu iktidarla değil.