|
|
Karın beyaz yüzü memleketi baştan başa kaplarken, soğuk simasının arkasında binlerce güzellik ve hikmet saklıdır.
Cenâb-ı Hakkın kâinatta icra ettiği pek çok faaliyet gibi kar da, bizim ruhumuzun aynasında meşgalemiz, duygularımız ve hayallerimiz adedince farklı şekillere girer. Meselâ dışarıda, yolda kaldıysanız, o nazenin ve lâtif kar tanelerinin milyonlarcasının bir araya gelerek nasıl yolları kestiğini ve rüzgâra binerek kırbaç gibi yüzünüzde şakladığını hissedersiniz. Pamuk gibi yumuşak kar tanelerinin şiddetinden, taş ve demir gibi sert ve şiddetli evlere ve arabalara sığınmaya çalışırsınız. Bu kadar zıtları bir araya getirmek, Âlemlerin Rabbine mahsustur. Taş gibi en sert ve ağır maddeler Cenâb-ı Hakkın emriyle bize boyun eğer. Onun en yumuşak ve nazenin askerlerinden olan kar ve soğuk gibi hafif ve lâtif şeyler ise dünyayı bize dar edebilir. Hafifi böyle ise, Cenâb-ı Hak şiddetlisinden bizleri muhafaza eylesin.
Diyelim ki sığınacak bir yer buldunuz, dünyanın bin türlü hâli vardır; bazen hazırlığınız olmaz, bazen de imkânınız; bir çıranın ateşine veya bir bardak çayın sıcaklığına muhtaç kalabilirsiniz. O vakit elle tutulmaz gözle görülmez soğuk, kale gibi sert taşı deler geçer, iliklerinize kadar işler.
Aslında bu geçiş izafidir. Gerçekte gelip içimize işleyen soğuk değil, iliklerimizden çıkıp giden, taşları delip geçen, kaçıp giden; hayatımızın kimyası, vücudumuzun hararetidir. Kendini güçlü kudretli sanan insan, gerçekte bir odun parçasının ateşine ve bir kâse çorbanın sıcaklığına muhtaçtır. Akıp giden zamanı durduramadığınız gibi etrafımıza kaleler de inşa etsek içimizdeki ateş geçip gider; dünyaya gelişimizden bu yana yanmaya devam eden kor parçasının da bir ömrü vardır ve yavaş yavaş soğur. En sonunda kar beyazı, beyaz kefen, soğuk ve ıssız siyah toprak son kıyafet ve son sığınak olur. Hayat her ne kadar siyah beyaz bir renkle son bulur ise de, gerçekte netice itibariyle bu kadar acı değildir. Yeryüzünün beyaz kefeni olan kar, baharda nasıl kalkıp bitkilerin yeniden yaratılışına yer verecekse, insan da kefeni yırtıp rengârenk çiçekler misali haşir baharında kalkacaktır.
Eğer iyi bir kıyafet ile, üşüdüğünüzde dönecek kadar evinizin hemen yakınlarında, diz boyu karlar içinde gezinti için dolaşıyorsanız; kar tanelerini ve kar yığınlarını, sanki yukarıdaki rahmet hazinelerinden taşan mücevherler veya yolunuza atılmış güller gibi hisseder; Cenâb-ı Hakkın rahmetini elinizle, ayağınızla, kalb ve ruhunuzla hissedersiniz.
Kar bir yönüyle, kışta vefat eden bitkilerin beyaz kefene bürünmesi şekliyle bir son bulma ise de, diğer yönüyle de bir devamlılığı ifade eder. Yağmur gibi muazzam bir rahmet de gelir geçer, yer altı hazinelerinde saklanır. Kar ise öyle mi? Semadan inerken yavaş inişiyle, kendisine müekkel meleğe daha fazla vazife lezzetini tattırırken kendisi de Rabbini, yağmur tanelerinden daha fazla zikredecek bir ömre sahip olur. Yere düştüğünde de rahmeti fark ettirmek için göz alabildiğince halı misali uzanan rahmet sayfası günlerce nazarlara arz-ı endam eder.
Ya da gürül gürül yanan bir sobayı arkanıza alıp veya kalorifere dayanarak pencereden karın yağışını seyrediyorsanız; o lâtif ve nazenin kar tanelerinin bir tüy misali uçarken milyonlarcasının fırtınaya rağmen birbirine dokunmadan uçuşarak yere konmalarıyla, kılı kırk yaran bir mizan ve adalet sahibi yaratıcının icraatını görmek için iyi bir fırsata sahipsiniz demektir. Başınızı kaldırarak daha dikkatli bakıp, daha yukarıları görmeye çalışırsanız, izafî olarak onların inişleri sizin semaya çıkışınız hissini verir. Tıpkı yolda arabayla giderken ağaçların geri gitmesi gibi.
İnsan, fıtratının gereği olarak her zaman daha yukarıları, kaynağına çıkmayı, en azından manen yükselmeyi ve anlamayı arzular. Uçak, kilometrelerce sahayı kaplayan kar kütleleri ve yağmurlara kaynaklık eden bulutların arasından yükselirken, sanki yokmuş gibi engelsiz geçer. Yerde çığ ve sel olan kütleler yukarda sanki bir sırdır. Gerçekten bu kar taneleri hangi hazineden gelir? Gerçek kaynağı nerededir? Rahmet hazinelerinin sahibi bizden nasıl bir karşılık ister? Evet, yağan karı birkaç pencereden seyretmeye çalıştık. Gerçekte hayat, içinde bulunduğumuz iyi ya da kötü her türlü hâle rağmen farklı pencerelerden bakabilmek ve onları farklı aynalarda değerlendirerek eşyanın hakikatını görmeye çalışıp, ibret almak ve şükretmekle mânâ kazanabilir.
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Abarttık mı? |
|
Son günlerde ‘kuş gribi’ haberleriyle kavruluyoruz. Bu konudaki dikkat çekici bir değerlendirmeyi de Kocaeli Sanayi Odası Başkanı Yılmaz Kanbak yaparak şöyle demiş: “Geçen yıl dünyada insan gribinden 260 bin, kuş gribinden 80 kişi öldü. Kuş gribi, ölüm nedenleri arasında sıralamaya dahi giremez.’’ (AA, 25 Ocak 2006)
Yıllık 2.5 milyon dolar ciroya ulaşan sektörde yaklaşık 2 milyon kişinin ekmek yediğini ifade eden Kanbak, şunları da söylemiş: “Şu anda günlük 2 bin 500 ton beyaz etin sadece yüzde 5’i tüketiliyor. Yüzde 95’i için buzhanelerde yer yok. Bu hastalığın çıkış yeri Tayvan, Vietnam... Göç yolları ile Türkiye’yi ve komşu ülkeleri etkiliyor. Ama sadece kuş gribi Türkiye’de görülüyor. Diğer ülkeler gizliyor. Neden böyle söylüyorum? Hollanda’da 15 milyon tavuk itlâf edilmiş ama talepte, tüketimde bir gram bile düşüklük olmamış. Bizde ise neredeyse, bırakın beyaz eti, yumurtanın girdiği bütün gıdalar boykot edilir hale geliyor. Maalesef kendimizi vurmakta ustayız. Herşeyi abartmakta üstümüze yok.’’
Aslında, ölüm sebepleri değişse de ‘ölüm’ün değişmediğini unutuyoruz... Ayrıca bu konunun abartıldığına bizzat şahit oldum: Marketten ‘tavuk’ ve yumurta satın aldık. Satış görevlisi hem ‘mal’ını sattı, hem de “Canına mı susadın be adam!” der gibi yüzümüze baktı...
Oysa ‘ölüm’ değişmiyor ki!
*
‘Ayrıldığı sevgilisi’
Çarşamba günkü ‘büyük’ gazetelerin sürmanşetini, bir cinayet haberi süslüyordu. Buna göre tiyatrocu ve dizi oyuncusu M.S, ‘sevgilisi’ B.D’den ‘ayrılma’ kararı aldığı için tartışma çıkmış ve ‘ayrıldığı sevgilisi’, ünlü oyuncuyu sırtından bıçaklayarak ölümüne sebep olmuş.
Haberlerdeki ayrıntılara bakılırsa—tabiî bu bilgiler doğru ise—ikili, cinayet akşamı geç saatlere kadar ‘içki içmiş’ ve eğlenmiş. (Hürriyet ve Sabah, 25 Ocak 2006)
Dikkat edelim, cinayette adı geçen kişiler evli değil, ‘sevgili’ymiş. Yine aktarılan bilgiler doğru ise, cinayet işleyen ‘sanık’ alkolikmiş. Ölen sanatçının rol arkadaşı, “M. alkolik bir sevgili kurbanı. B.D (cinayet sanığı) içip içip yerlere düşen biriydi” demiş.
Peki, burada anlatılanlara göre ‘içki içmek ve yerlerde sürünmek’ kötü ve çirkin davranışlar ise,—ki öyledir—aynı gazetelerin yıllardan beri bu ‘kötü ve çirkin’ davranışları öven yayınlarına ne demeli?
Bütün kötülüklerin anası olan içki, kumar, uyuşturucu ve benzeri çirkin alışkanlıklar yanında ‘nikâhsız beraberlikler’e de karşı çıkmanın tam zamanıdır. Bari bu cinayetler, yanlış yolda ısrar edenleri uyandırsa!
*
İyi ki seçilemedim!
Sabah’taki yazılarına son ver(dir)ilen “Kurtlar Vadisi”nin senaristi Ömer Lütfi Mete, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” deyip, ‘Kadirî’ olduğunu açıklamış.
“İnsanoğlu bir otoriteye boyun eğmezse şaşırır, sapıtır. Bunun istisnası da yoktur” diyen Mete, “MHP’den milletvekili adayı oldunuz, ama seçilemediniz” sorusunu şöyle cevaplandırmış: “İyi ki de seçilemedim. O dönemde mutlaka haram ekmek yiyecektik. Allah bizi korudu.” (Star, Pazar eki, 22 Ocak 2006)
“Haram lokma”dan uzak durmakta fayda var...
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
Korsan yayın, mp3, internet ve kul hakkı üzerine |
|
Geçenlerde, yıllarını bu işe vermiş adını sizin de çok iyi bildiğiniz bir sanatçı dostumla konuşurken söz döndü dolaştı korsan yayına geldi. Bir dokundum bin ah işittim kâse-i fağfur’dan. Başına gelen bir olayı anlattı: “Bir gün yolda giderken tanımadığım biri ‘Canım abiciğim’ deyip boynuma sarıldı. ‘Allah razı olsun abi senin sayende hem duâ alıyorum, hem de iyi kazanıyorum’. ‘Nasıl yani, hem sen de kimsin?’ "Abi ben Sirkeci’de bilgisayarımda senin albümlerinin cd’sini çoğaltıp satıyorum. Müşteriler çok memnun oluyor. Allah razı olsun". Ne diyeyim şaştım kaldım.” Yine müzik camiasının büyük şirketlerinden birinin üst düzey yöneticisiyle konuşurken bir hatıra da o anlattı. “1-2 ay önce yeni bir albüm yaptık. Şu ana kadar ki satış rakamı 2 bin adet. Sonra internette bir web sitesine girdi. Orada aynı albümdeki eserlerin kaç kez ‘indirildiğini’ gösteren numaratöre baktık. Tam 46 bin kez o sanatçının parçaları yüklenmiş. Daha acı olan nokta ise şuydu. Bu web sayfasını ‘hizmet ‘olarak yaptığını düşünen kardeşimiz şu cümleyi de eklemişti sayfasına: ‘Değerli kardeşlerimiz, size daha iyi hizmet sunabilmem için lütfen web siteme reklâm veriniz.’” Madem hatıralardan başladık bir tane de kendi hayatımdan anlatayım. Yakın zamanda bir kardeşimiz “Ağabey sana bir şey söyleyeceğim hakkını helâl eder misin?” dedi. Hayırdır inşallah. Benim sende ne hakkım olabilir ki? “Abi senin albümünü kopyaladım. Kul hakkı olabilir helâl et.” Üniversite öğrencisi olan kardeşime, “Helâl olsun” dedim. Bir süre sonra başka kardeşlerimin de ‘helâllik‘ talepleri gelince ben de ne diyeceğimi şaşırır hale geldim. Tamam ben hakkımı helal ediyorum da, yapımcı firmanın, dağıtımcının, şairin, bestekârın, müzik yönetmeninin özetle emeği geçen diğerlerinin hakları için ne söyleyebilirim ki? Bu örnekleri anlatarak canınızı sıkmak değil kastım, ama ortada ciddî bir hak ihlâli olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Daha 1 ay önce bir otobüs dolusu meşhur sanatçı Ankara’ya giderek hükümetten korsan yayınlara karşı yardım istedi. Çünkü daha düne kadar 1 milyon satan albümler artık 100 bini bile bulmuyor. Tüm tedbirlere rağmen en yeni çalışma bile daha piyasaya çıkmadan korsanı basılıp etrafta çalınabiliyor. Sanatçılar şaşkın, yapımcılar çaresiz, önleyecek olan makamlar konuya duyarsız. İşin ‘bizim camiaya’ bakan yönüne de bu sıkıntı sirayet etmekte gecikmedi nihayet. Kiminle konuşsam dertli, moralsiz, şevki kırılmış. Hemen hemen kimse yeni bir şey üretme konusunda istekli davranmıyor. Hal böyle olunca internetten indirerek, cd kopyalayarak bu üretkenliğe balta vuran kardeşlerimiz bilseler iyi olur diye düşünüyorum. Nasreddin Hoca misali bindiğimiz dalı kesiyoruz aslında. Eğer bir sanatçı ürettiği eserin beklediği ilgiyi görmediğini düşünürse elbette yeni bir şey ortaya koymak istemeyecektir. Ve internette, radyoda hep eski şeyleri dinleyip sonra da ‘’Bizim sanatçılarımızda da hiç üretkenlik kalmamış’’ diyerek bir de suçlayacaklar korkarım. Dinî müzik yapmak zaten başlı başına bir cesaret işi. Arkamızda dinleyicinin ilgisinden başka bir güç yok. Aylarca gece yarılarına kadar stüdyoda yapılan yorucu çalışmaların, onca zahmetin karşılığı bir de emeğinizin takdir görmeyip istismar edilmesi hiç hoş bir şey değil. Kul hakkına karşı aşırı hassas olan kardeşlerimizin bu konuya çok normal bir şeymiş gibi yaklaşmalarını anlamak mümkün değil. Acaba bu kul hakkı değil midir ne dersiniz? Değerli dostlar ya siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Çözüm öneriniz olabilir mi? Sizin görüşlerinizi de almak istiyorum. Ne dersiniz, paylaşmak istemez misiniz? alioktay1996@yahoo. com’a gelecek mesajlarınızı merakla bekleyeceğim.
Gönül Telimizi Titretenler
Yesâri Asım Arsoy
Geçtiğimiz hafta 18 Ocak günü, vefatının 14. yıldönümü idi merhum bestekârımızın. Yesari Asım Bey 1900 yılında Drama’da doğar. Prizren’de bir tekke yaptıran dedesi Şeyh Ömer Efendi sol eli ile yazdığı hat eserleriyle bilindiği ve ablası da sol elini kullandığı için Asım bey Yesari yani sol elini kullanan sıfatıyla tanınmıştır. Sesi güzel olduğu için çocukken mahalle camiinde ezanları o okurmuş. Yine meşhur bestekârlar Zeki Arif Ataergin, Fehmi Tokayla tanışmış, Hafız Aşir Efendi, Hafız Osman Efendi, gibi sanatkârlardan da istifade etmiştir. Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır, Biz her gece Heybeli de mehtaba çıkardık, Yar saçların lüle lüle gibi sevilen 200 den fazla eser bestelemiştir.
Birisi kendisini fazla överse “Aman efendim sen çık aradan, kalsın Yaradan” der ve “Deliden, divaneden bile beklenmeyen bir şey çıkabilir” deyip devam edermiş: “Kimseye tan etme ey dost İrfan’ım. Bir nice divan’e sığmaz söz gelir divaneden.” (Tan=yerme, Divane=deli, Divan=büyük şiir, )
“Ehli hünerin kadrini bilmekte hünerdir” der ve eklermiş “Marifet iltifata tabiidir-müşterisiz meta zayidir.”
Birisi “afedersiniz kusura bakmayın” dese, Asım Beyin cevabı söyle olurmuş; “Ben kendi kusurlarımı bitirdiğim zaman sizin kusurlarınıza bakarım”
Zamanın radyo müdürü Prof. Dr. Nevzat Atlığ; stajyerlere ders vermekten vazgeçip ayrıldıktan sonra tahakkuk eden ücretini hak etmediği zannıyla geri iade etmek isteyişi ne kadar ilginç bir olay der. “Küçük menfaatler insanları haysiyetsiz eder” ve “Ne olacak sen yedin güllaç, ben yedim bulamaç, ertesi sabah kalktık sende aç bende aç’’ sözleri hocanın kanaatkârlığını hassasiyetini gösterir.
Bir konser sonrası öğrencisi olan sanatçının “hocam nasıl buldunuz” sorusuna “sen şimdi sana onu verene teşekkür etmek için gidip iki rekât namaz kılacaksın” der.
18 Ocak 1992 de vefat eden Yesâri Asım Arsoy’un sık sık söylediği bir dörtlükle yazımızı bitirelim.
“Yadında mı doğduğun zamanlar?
Sen ağlar iken gülerdi âlem.
Bir öyle ömür geçir ki olsun,
Mevtin sana hande(gülmek), halka matem. “
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Müslüman Kalvinistler’ |
|
Teeddüp ederek zikrediyorum: Son sıralarda Müslüman Protestanlar veya Müslüman Kalvinistler’den bahsediliyor. Böyle bir değerlendirme veya tesbit hakikata tekabül ediyor mu, yoksa etmiyor mu? Çoktandır, Cüneyt Ülsever ve benzerleri biraz da bizim camianın şöyle veya böyle çanak tutmasıyla birlikte Protestan İslâm’dan veya Kalvinist Müslümanlardan bahsetmeye başladı. Hatta bazı yazılarında Cüneyt Ülsever, Bediüzzaman ile protestan ahlâkı ile kapitalizmin gelişmesi arasında bağ kuran Max Weber arasında münasebet tesis etmişti. Weber protestanların disiplinli, tasarrufçu ve çalışkan ahlâkî yapılarının gittikleri yerde kapitalizmin gelişmesine hizmet ettiğini ileri sürmüştür.
Aslında bu tesbitler kapitalizmin gelişmesi hususunda son söz ve değerlendirmeler değildir. Daha ziyade afakî değerlendirmelerdir. Bazıları kapitalizmin gelişmesinde Protestanlıktan ziyade göçlerin etkili olduğunu vurgulamaktadır. Özellikle kapitalizmin geliştiği yerler sadece Protestanların olduğu değil genelde göç ettiği yerler olarak ortaya çıkıyor. İkincisi kimi farklı kapitalizm tarihçilerine göre kapitalizmin gelişmesinin arkasında Protestanlık değil, aksine dört elle dünyaya sarılan gözü açık Yahudiler vardır. Ticaretin adem-i merkeziyetçileri onlardır. Ayrıca Weber’in tezi, vaktiyle Katolik olan Cenova ve Venedik gibi kapitalist şehirlerin nasıl olup da Katolik olduklarını da açıklayamıyor. Muhteşem nazariyeyi bu küçük ayrıntılar berbat ediyorlar. Dolayısıyla çalışkanlık, kollektivizm, disiplin ve hareketin olduğu her yerde, meşrebe veya mezhebe bağlı olmaksızın gelişme olacaktır. Gelişme için iç ve dış dengelerin biraraya gelmesi gerekir. Elbette kalkınmanın en önemli dinamiklerinden birisi ahlâktır. Ahlâkın olmadığı yerde güven, güvenin olmadığı yerde kollektif işbirliği ve sermaye hareketleri yaşanmaz. Ticarette en temel husus güvendir. Güven de genel ifadesiyle ahlâka yani dürüstlüğe bağlıdır.
***
Arthur Lewis gibi bazı kalkınma teorisyenleri bazı dinî davranış kalıp ve biçimlerinin ekonomik büyümeyle daha fazla uyumlu olduğu görüşünü savunuyor. Elbette doğru. Zahidane ve rindane bir hayat biçimiyle kalkınma arasında doğrudan bağlantı kurmak abestir. Ama ahlâktan kopuk aşırı dünyevileşme de kalkınmanın motoru değildir. Fazla teşebbüs teşebbüsü, fazla dünyevileşme dünyayı öldürür. Bazen atın ölümü fazla arpadan olur. Tüketim çılgınlığı palyatif olarak kalkınmayı tetiklese bile sürekliliğini sağlayamaz. Bugün dünyanın en fazla kalkınan toplumları arasında bir lokma bir hırka felsefesinin egemen olduğu Hind toplumu vardır. Bu, Weber’in tezinin reddiyesidir. Keza komünist eksenli Çin’in de kalkınma devi haline gelmesi dinî veya kapitalist anlayışla izah edilemez. Dolayısıyla Kayseri ölçekli olarak bir İslâm kalvinizminden bahsetmek manipülatif ve spekülatiftir. Kesinlikle gerçeklerle alâkası yoktur. İslâmî Protestanlık Kayseri’de var da niye Konya’da yok?
Hürriyet’in yorumunda Niyazi Berkes’in Tanzimat’ın bir yansıması olan nakaratına yer veriliyor: “İslâm mani-i terakkidir ve kalkınmaya engeldir.” Batılılar da büyük çapta bu tesbite katılıyorlarmış. Kayserili ise tam tersine kalkınmada model şahsiyet olarak Hazreti Peygamber’i görüyormuş. Elbetteki İslâmda ticaret ve sanayinin teşviki var. Ancak kesbin mahalli kalp olmayıp el olacak. İşte asıl tehlike burada yatmaktadır. Dünya için dünyayı kazanma anlayışı veya kesbin kalbi istilâ etmesi Müslümanın kapitale esir düşmesini beraberinde getirir. Oysa ki Müslüman kapitali esir eden insandır. Kalbin mahalli ahirettir. Bu mânâda Ertuğrul Özkök Müslüman Kalvinizmin merkezine Bediüzzaman’ı yerleştirerek isabet edememiştir. Hakan Yavuz, İslâmî reformu ve kalvinistleşmeyi Bediüzzaman’ın başlattığını ileri sürüyormuş. Bu hakikata tecenni etmekten başka nedir ki?
***
Risâlelerde en büyük vurgu ahiret hayatı değil midir? Dünya hayatı cam şişelere benzetilirken ahiret elmasa benzetilmiyor mu? Hakan Yavuz’dan sözü alan Ertuğrul Özkök Türkiye’de 5-6 milyon Nurcu yani 5-6 milyon Müslüman Kalvinist olduğunu ileri sürüyor... ‘Türkiye’nin Calvin’ i kim?’ sorusunun altında da gizli ve saklanan zamir galiba Bediüzzaman!
Gerçekten de dünyanın geldiği noktada dünyalıların yaşadıkları bütün alanları tüketim adına tahrip eden ve kurutan kapitalizme ihtiyacı var mıdır? Aksine, günümüzün en acil gündemi kapitalizmden kurtulmak değil midir? Sonra biz kalkınmada neden Kalvin’i model alalım ki? Kalvin Kilise’ye baş kaldırdığında çevresinden korkmasaydı Müslüman olacaktı! O kadar değişimini bile Müslümanlara borçludur. Sihliğin kurucusu Baba Nak gibi. Farzı muhal, Kalvin’den etkilendiğimizi söylesek bile o halde bu şu ifadenin kapsamına girer: “Bidaatuna ruddet ileyna/ Malımız geri döndü veya değerimiz bize geri döndü...” Üstelik böyle bir durum da yok.
İlla bize kalkınmada bir model lâzımsa Ahilik ne güne duruyor? Üzücü olan nokta şu: Bir zamanlar görüşmekten köşe bucak kaçtıkları Hakan Yavuz gibi isimlerin zamanla bu camiaya rehber ve hatta ötesinde öncü/teorisyen haline gelmesidir. Bunda kusur onun değil bizimdir. Kompleksle malûl bir şekilde bağrımıza bastık ve ona rehber olacağımıza onu kendimize rehber ettik! Halbuki kendisinin Müslüman olup olmaması bir tarafa bir dine inanıp inanmadığını bile bilmiyoruz. Ama din ve dinler hakkında ahkâm kesiyor. Fethi Yeken’in dediği gibi bizim saha serbest saha (müstebah saha). Gelen geçenin gol attığı bomboş bir saha. Biz Hakan Yavuz veya Cüneyt Ülsever gibilerinin konu mankeni veya model deneği veya kobayı mıyız? Buna da sadece teessüf edilir.
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Et-Tahiyyâtü üzerine |
|
Zonguldak’tan okuyucumuz: “Altıncı Şuâ’da geçen tahıyyat duâsında ‘El-Mübârekâtü’ ilâvesi var. Bunun hikmeti nedir? Ettahıyyatü duâsının mânâsı ve fazileti nedir?”
Namazda okuduğumuz Ettahıyyâtü duâsı ile ilgili Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan (ra) gelen rivâyet ile İbn-i Abbas’tan (ra) gelen rivâyet arasında “ilk cümlede” bir sıralama farkı olduğu doğrudur. Her iki rivâyette de bazı kelimeler birbirlerine göre farklı yerlerde gelmişlerdir. Her iki rivâyet de sahihtir. Yüce dînimizde farklılık; genişliktir, zenginliktir, güzelliktir ve büsbütün rahmettir.
Abdullah ibn-i Mes’ûd’un (ra) rivâyeti şöyledir: “Resûlullah’ın (asm) ardında namazda oturduğumuz zaman ‘Esselâmü Alallahi, Esselâmü Alâ Fülânin’ (Allah’a selâm olsun, Fülana [meselâ meleğe] selâm olsun.) derdik. Resûlullah (asm) bize şöyle buyurdu: “Selâm Allah’ın kendisidir. Her hangi biriniz namazda oturduğunda şu duâyı okusun: ‘Ettahıyyâtü lillahi vessalavâtü vettayibâtü. Esselâmü Aleyke Eyyühe’n-Nebiyyü ve Rahmetullâhi ve berekâtühû Esselâmü Aleynâ ve Alâ ibâdillâhi’s-Sâlihîn. Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh.” (Mânâsı: ‘Bütün varlıkların hayatlarıyla yaptıkları senâ ve övgüler Allah’a aittir. Bütün duâlar Allah içindir. Bütün tertemiz fıtratların selâmları Allah’a mahsustur. Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebî! Allah’ın selâmı bizim ve tüm sâlih kullarının üzerine olsun. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka hak Ma’bûd yoktur. Ve yine ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.’)1
İbn-i Abbâs’ın (ra) rivâyeti de şöyledir: “Allah Resûlü (asm) bize Kur’ân’dan bir sûre öğretir gibi teşehhüdü öğretti. Teşehhüdü şu lâfızlarla söylerdi: “Ettehiyyâtü’l-mübârekâtü’s-Salavâtü’t-Tayyibâtü Lillâhi. Esselâmü Aleyke Eyyühe’n-Nebiyyü ve Rahmetullâhi ve Berekâtühû. Esselâmü Aleynâ ve Alâ İbâdillâhi’s-Sâlihîn. Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh.”2
Görüldüğü gibi, her iki metin arasında çok büyük fark söz konusu değil. İki metnin ilk cümleleri arasında bir diziliş farkı, bir de ikinci metinde “el-Mübârekâtü” ilâvesi farkı var. Hanefîler, İbn-i Mes’ûd’un (ra) rivâyetini almışlar, Şâfiî’ler de İbn-i Abbâs’ın (ra) rivâyetini almışlardır. Her iki rivâyetin de Peygamber Efendimiz’e (asm) dayandığında şüphe yoktur. Öyleyse, her iki rivâyet arasında bir fazîlet sıralamasına girmemize gerek yoktur.
Üstad Saîd Nursî’nin Altıncı Şuâ’ya aldığı, İbn-i Abbâs’ın (ra) rivâyetidir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) mîraçta Cenâb-ı Hakka karşı selâm yerinde sarf ettiği bu ilk cümleyi Üstad Bedîüzzaman kelime kelime tefsîr ediyor. Özetlememiz gerekirse:
Ettehiyyâtü: ‘Bütün hayat sahibi varlıkların hayatlarıyla gösterdikleri tesbîhât, Yaratıcı’larına takdim ettikleri fıtrî hediyeler ey Rabb’im, Sana mahsustur. Ben dahi bütün onları bilerek, düşünerek, hissederek ve îmân ederek Sana takdim ediyorum.’
El-mübârekâtü: Bütün bereket ve tebrik sebebi ne varsa, “bârekallah” dedirten ve mübârek denilen hayatın özü ve çekirdeği olan mahlûkların, bilhassa tohumların, çekirdeklerin, tânelerin ve yumurtaların fıtrî mübârekiyetlerini, tebriklerini, bereketlerini ve ibâdetlerini onları temsilen Sana takdim ediyorum.
Es-Salâvâtü: Canlıların özü olan ruh sahibi varlıkların husûsî ibâdetlerini ve duâlarını Rabb’im, onları temsîlen Sana arz ediyorum.
Et-Tayyibâtü: Rûh sahibi varlıkların da özü olan kâmil insanların ve mukarrebîn meleklerin kalplerinin tertemiz şükür ve zikirlerini, nûrânî ve yüksek ibâdetlerini, Rabb’im, onları temsîlen Sana takdim ediyorum.
İlk cümle içinde Peygamber Efendimiz (asm) tüm taifelerin, tüm varlık sınıflarının ve tüm kâinât fertlerinin selâmlarını arz ettikten sonra; Cenâb-ı Hak şöyle mukâbele buyuruyor: Selâm, rahmet ve bereket; selâmını getirdiğin varlıkları temsîlen sana olsun ey Nebî!
Peygamber Efendimiz (asm) bu İlâhî selâma da şöyle mukabele de bulunuyor: Senin yüce selâmın tüm varlıklar olarak (veya Cebrâil ile birlikte) üzerimize ve senin sâlih kullarının üzerine olsun.
Mîraçta Peygamber Efendimiz’in (asm) Cenâb-ı Hak ile olan bu selâmlaşmasını işiten ve şâhit olan Cebrâil Aleyhisselâm da, “Eşhedü en-lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh” diyerek, yani “Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka hak Ma’bûd yoktur. Ve yine ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir” diyerek bu şahitliği ifâde ve ikrar etmiştir.3
İslâmiyet Allah’ın selâmını temsil eden dindir. Bu dini yaşayanlar “salihlerdir.”
Cenâb-ı Hak, İslâmiyet ve İslâmiyet’i yaşayan salihler hürmetine dünyamıza barış ve esenlik lütfetsin. Üzerimize hidâyetini arttırsın ve bizi de salihlerden eylesin. Âmîn.
Dipnotlar:
1- Müslim, Salât, 16/402. 2- Müslim, Salât, 16/403. 3- Şuâlar, s. 86-88.
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Bursa’da düğün ve karlı yollar |
|
Bursa tarihî bir şehrimiz. İlk yerleşimin kesin kaynakları M.Ö. 2700-2500 yıllarına dayanır. İlk ismi Prusa. 1326 yılında Orhan Bey tarafından Türklerin eline geçen ilimiz Osmanlı İmparatorluğuna başşehirlik yapmıştır. Bursa, Osmanlı İmparatorluğunun ilk 200 yıllık döneminde bir çok mimarî yapı ile süslenmiş, devrinin tanınmış medreseleri ile bilim âleminin merkezi olmuş. Hüdavendigâr Külliyesi, Yıldırım Külliyesi, Yeşil Külliyesi ve meşhur Ulu Camiiyle ve emsali ölmez ve silinmez eserleriyle 24 milyon km²’lik Osmanlı topraklarına damga vuran bir şehir. Cumhuriyet döneminde ve özellikle 1950 ve 1980 yılları arasındaki planlamalar ile sanayinin önemi artmış, şehrin nüfusu hızlı bir değişime uğramış ve Türkiye’nin dış dünyaya açılan büyük bir penceresi olmuş ve 2006 itibarıyla şehir nüfusu 3 milyona dayanmış ve bir çok cihetle kabına sığmaz olmuş.
Böyle tarihî, erenler, evliyalar diyarı aziz Bursa’da iki can dostumuzun evlâtlarının düğünleri vardı. Kızımız Betül Rüveyda’nın babası Sn. Selâhaddin (İslâm) Yaşar ve oğlumuz Yunus Emre’nin babası, ev sahibi ve bizi bu güzel düğünde “Aile hayatı” konulu bir düğün konuşması için dâvet eden, maziden gelen dâvâ arkadaşım Sn. Eyüp Otman. Bizler de bu dâvete icabet ettik ve Prenses düğün salonunda yüzlerce can dostlarıyla bir araya geldik. Esasında düğünler böyle olmalı ve herkes birbirini anlamalı ve kucaklamalıdır. Bu cihetle ve özellikle damat evi sahibi Otman ailesine gönüller dolusu candan tebrikler.
Mini konferans kabul edilen kısa konuşmamda “Aile hayatının temel direkleri ve istinad duvarları” üzerinde durdum. Mesaj olarak sunduğum konuşmamın her satırı sosyal ve aile hayatına bakan izahlar ister. Düğünde ancak bu kadar olur, konferans sahası başkadır. Bilhassa Türkiye ve dünyadan verdiğim sayısız rakamlar, çağımızın büyük İslâm âlimi Hz. Bediüzzaman’ın “Refîka-i hayatına hem muhabbet ve hem de merhamet edeceksin” tespitinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Ailemiz bir hane, 7 milyarlık dünya bir büyük aile. Konuşmamı, Hz. Peygamberden (asm), Kur’ân-ı Hakîm’deki âyetlerden, Hz. Mevlânâ’dan, Hafız-ı Şirazî’den ve Ali Ulvi Kurucu’dan nakillerle noktaladım. Ardından kardeşlerimizin okuduğu âyetler, şiirler ve sn. Ali Oktay’dan musiki nağmeleri.
Karlı yollardan bir gün önce geldiğimiz Bursa’da bizi durdurmadılar, Yeni Asya Vakfının görkemli salonunda bir sohbetle görevlendirdiler. Ord. Prof. A. Masala’nın ifadesiyle Çağın Mevlânâ’sı “Hz. Bediüzzaman’da beşerî münasebetler ve diyaloglar” başlıklı 45 dakikalık bir kıyaslar manzumesi sunduk. Benden önce de aziz dâvâ arkadaşım Eğit-Bir Genel Başkanı Sn. Nejat Eren “Risâle-i Nur’da İnayet-i İlâhîler” başlıklı bir sohbette bulundular. Düğün sonrası ise Bursa’nın bu vakfında bulunan genç talebelere verdiğimiz seminerler herşeye bedeldi. Onları gördükçe gözlerim yaşardı, gönlüm doldu.
Sn. Eyüp Otman Beyin karlı bir havada yolcu ettiği Bursa otogarından, Eskişehir’e karlar altında intikal ettik. Orada da başta Yeni Asya büromuzu ve sair hizmet mekânlarını ziyaret ettik, gönüllere hitap ettik. Risâle-i Nurların günümüze bakan yerlerini okumaya, anlamaya, anlatmaya çalıştık. Ardından yine karlar altında ve kaygan zeminde 9 saatlik bir yolculukla Konya’ya intikal ettik. Hz. Mevlânâ’dan tekrar bir feyz alarak, bugün inşallah Adana’da bir seminerde ve Pazar günü İskenderun’da “Dünya Barışı ve İslâmın Evrensel Mesajları” konferansındayız. Duânıza muntazırım, duânız da bir ibadettir.
Bu güzel düğünde emeği geçenleri ve karlı yollarda bize sahip çıkanları ve hizmet mekânlarını açanları ve genç damat ve gelinimizi bütün kalbimle tebrik ediyorum.
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Yeni tuzağa dikkat |
|
Dini kendi heveslerine uydurma meraklılarının son marifeti, başı açık kadınları erkeklerle aynı safta Cuma namazı kıldırmak.
Aynı şeyi daha önce cenaze namazında denemişlerdi, şimdi sıra Cuma’ya gelmiş olmalı.
Hatırlanacağı gibi, benzer görüntüler geçen yıl Amerika’da da yaşanmış, hattâ kadınlı-erkekli cemaate bir kadın namaz kıldırmıştı.
Bizdeki gruptan da bir kadının, gittikleri caminin imamından bu yönde talepte bulunduğu, ama red cevabı aldığı ifade edilmekte.
Acaba bu grup Amerika’dakilerden ilham alarak mı bu işe kalkıştı, yoksa grubun lideri sıfatıyla medyada arz-ı endam eden şahsın söylediği gibi, “Atatürkçü yaklaşımın sonucu” olarak mı bu “namaz gösterisi” tezgâhlandı, bilemiyoruz.
Her ikisi de mümkün.
Ama ikinci şıkkın, yani “Atatürkçü yaklaşım”ın daha belirleyici bir etken olması ihtimali güçlü. Nitekim grup lideri “Yobazlardan Türkiye’yi ancak bizim gibiler kurtarır” iddiasında.
Gerçi medyada her zamanki gibi fazlasıyla abartılan bu uçuk girişimin çok fazla üzerinde durmaya da değmez. Çünkü hiçbir ciddiyeti olmadığı gibi başarılı olma şansı da yok.
İslâmın on dört asırlık tarihi boyunca dinin esaslarını dejenere etme girişimleri hiç eksik olmamış, ama hiçbiri de muvaffak olamamış.
Zira bu esasların muhafazası, herşeyden önce dinin hakikî Sahibinin teminatında. Ve Onun rızası yolunda kılı kırk yaran bir titizlik ve cehdle hizmet eden ulema ve müçtehidlerin ümmete mal olan gayretleri, yozlaştırma girişimleri önünde aşılmaz bir set oluşturmuş.
Dolayısıyla, şu anda gündeme getirilen ve bundan sonra da farklı şekillerde yine getirilecek olan söz konusu girişimlerin bu sete takılacağından asla şüphe duymamak gerekir.
Ama bu gerçek, hakkın savunucularını kesinlikle bir rehavete de götürmemeli. Ne kadar uçuk, fantezi ve gayriciddî olursa olsun, dini bozma yönündeki her girişim mutlaka cevabını ve karşılığını bulmalı, reddedilmeli.
Bu durum, Atatürkçü güruhun “namazı ifsad çıkartması”yla eşzamanlı ve irtibatlı olarak gündeme getirilen “İslâm Protestanlığı veya Kalvinizmi” iddiaları için de fazlasıyla geçerli.
Söz konusu iddia aylar önce Avrupa’daki bir araştırma kuruluşunun, ABD kaynaklarına da dayanarak hazırladığı raporda yer almış; Türk ekonomisinde “Anadolu sermayesi”nin gelişim süreci ile bu sürecin fikrî ve sosyal dinamikleri yorumlanırken, Hıristiyanlıktaki Kalvinist hareketin kapitalizmin gelişmesindeki önemli rolüne atıf yapılarak aradaki benzerliklere dikkat çekilmiş ve hattâ raporun başlığı da “Müslüman Kalvinistler” olarak atılmıştı.
Bu raporla ilgili haberler yine aylar önce Türk basınına yansıdığı halde Hürriyet gazetesinin konuyu fark etmesi hayli gecikmeli oldu.
Bu bir zühul eseri miydi, yoksa bir zamanlama stratejisinin mi sonucuydu, bilmiyoruz..
Ama dünkü sayısında raporun geniş bir özetini yayınlayıp, internet sitesine tam metnini koyan Hürriyet’te, Ertuğrul Özkök’ün rapordan ve özellikle Hakan Yavuz’un rapora temel oluşturan iddialarından hareketle yaptığı yorumlar çok ciddî “saptırma”lar içeriyor.
Elbette ki, Yavuz’un “Nur hareketini ve toplumsal etkisini doğru dürüst anlamadan, Türkiye’deki İslâmî kimlik hareketinin barışçıl ve kademeli ilerleme dinamiği anlaşılamaz” şeklindeki tesbiti son derece doğru ve isabetli.
Ancak bu doğru tesbitten yola çıkarak Said Nursî’yi “İslâm Kalvinizminin fikir öncüsü” ve sayıları 5-6 milyon olarak tahmin edilen Nurcuları “İslâmî Kalvinistler” şeklinde sıfatlandırmak da o derece ciddî bir yanlış ve saptırma.
Evet, Bediüzzaman’ın “teşebbüs-ü şahsî”ye ve “maddeten terakkî”ye vurgu yapan beyanları var. Ama bunlardan hareketle onu “Müslüman kapitalizmi”nin öncüsü olarak göstermek olacak şey değil. O, kalkınmayı da i’lâ-yı kelimetullah bağlamında bir zorunluluk olarak gören, zekâtın ve faiz yasağının altını çizen, “dünyevîleşme tuzağı”na ısrarla dikkat çekerken “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek” gereğini vurgulayan bir İslâm âlimi.
Onun, Kur’ân’a dayalı özgün dünya görüşü bağlamındaki sözlerini karanlık küresel projelere dolgu malzemesi yapma tuzağına dikkat!
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Soğuk havada sıcak gündem |
|
Ankara’da kar yağıyor. Hava soğuk. Ancak havaya inat siyaset sıcak.
Ne yağan kar, ne tatil havası siyasetin hızını kesmiyor.
AKP ile ANAP arasında Necmettin Erbakan yarışı.
AKP ile CHP arasında Kemal Unakıtan tartışması.
Sadece tartışma yok.
Flört de var.
Meselâ; AKP ile Saadet Partisi arasındaki, “Erbakan flörtü” gibi...
Dışarıda kar yağıyor.
Mecliste önce muhalefet kulisindeyiz.
Konuşulan tek konu; Unakıtan’ın Deniz Baykal’ın mal varlığına ilişkin sözleri.
Bir de Erbakan’a af konusu.
CHP’liler, AKP’lilerin, hocalarını kurtarmaya çalıştıklarını düşünüyorlar.
“Kişiye özel af olmaz” diyenler, bu tür bir düzenlemenin Cumhurbaşkanı Sezer’den geçmeyeceğini, Sezer onaylasa dahi Anayasa Mahkemesinin “kişiye özel düzenlemeyi eşitlik ilkesine aykırı” bulup iptal edeceğini düşünüyorlar.
Bu yıl kamuya 100 bin kişinin alınacak olması, Erbakan’a özel düzenleme iktidarın baskın seçim hazırlığı olarak değerlendiriliyor.
İlginç olanı iktidar erken seçimi yalanlarken, muhalefet kulisinden erken seçim sesleri daha yüksek çıkıyordu. Ancak hükümetin erken seçim sinyali veren icraatları birbiri ardına gelince, muhalefet kulisinde seçim talepleri azalmış bir hava hissediliyor.
İktidar kulisinde ise konuşulan iki konu var. Biri Cüneyt Zapsu’nun eşinin de aralarında bulunduğu bir grubun başı açık olarak erkeklerle aynı safta Cuma namazı kılmaları ve Unakıtan olayı.
Bir çoğu İlahiyat kökenli olan AKP milletvekilleri, kadınların başı açık ve erkeklerle aynı safta namaz kılmalarını, “sosyetik bir merak” olarak görüp, çoğunluğu ciddiye almıyor. Bu olayı Cüneyt Zapsu’ya karşı kullanmayı plânlayan olduğunu ise duymadım. Belki, “Başbakana danışmanlık yapan kişiye bak” diye düşünebiliyor, ama bunu Zapsu’nun tasfiyesi için bir fırsat olarak kullanmaya hazırlanan kimseye rastlamadım. Zaten Zapsu ne milletvekili, ne de bakan. Bu yüzden Erdoğan’ın çevresindeki bir avuç danışman dışında kimsenin ilgi alanında değil.
AKP’lilerin birçoğunun İlahiyat kökenli olduğunu belirtmiştim. Medyanın bu işi sahiplenme şekli ve dinî konularda, “Namazda rüku ve secde gerekli mi?” gibi uzaylıları andıran sorularla bir dinî tartışmayı sürdürme çabalarını komik buluyorlar.
Zapsu’nun eşinin hareketi, o grubun “Atatürkçü-dindar formasyonu” bir yana ancak İslâmın ibadet şekline dahi müdahale BOP ile İslâm dünyasını işgallere, tecavüzlere maruz bırakan Pentagon’un dinimizin kurallarına dahi saldırmasından başka bir şey değil.
Çok önemli bir nokta olduğu için şimdilik sadece üzerine “mum diken,” işaret koyan birkaç cümle ile değinmek istedim. Ama bu konuda başka hazırlıklar da var ve bunları paylaşacağız.
AKP kulisindeki ikinci konunun Unakıtan olayı olduğunu söylemiştim. Kemal Unakıtan bir dönemler iktidar kulisinin en itibarlı ismiydi. Her belediyenin, her teşkilâtın onunla işi vardı. Ayrıca hazırcevaplılığıyla seviliyordu. Ancak öylesine yıpranmış ki son tartışmada Kemal Unakıtan’ı destekleyenlerle Baykal’a hak verenler neredeyse eşit.
Peki iktidarın seçim sinyali veren bu hazırlıklar 2006’da sandığa gideceğimizin işareti mi?
AKP yarın seçim olacakmış gibi hazırlık yapıyor, 2007’de normal zamanında seçim olması için de çaba gösteriyor.
Erbakan’a özel af konusuna başta soğuk bakıyorlardı. Hatta Başbakan Erdoğan epey mesafeliydi. Değişen ne oldu? Bir; ANAP bu işi sahiplendi. ANAP ile Saadet Partisi arasında bir “seçim ittifakı olabilir” endişesinin doğmasına neden oldu.
AKP hızlı hareket edip, ANAP-SP seçim ittifakının önünü kesmek için Erbakan affını Meclise sundu. Hatta, “On kez söylüyorum. Erbakan’a af gibi bir düzenlememiz yok” diyen AKP Grup Başkan Vekili Sadullah Ergin’in imzasıyla…
İkincisi ise, AKP’nin iç dengeleri. TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın bu işi sahiplenmesi Başbakanın direncini kırdı. Arınç onu ikna ettiği için değil. Parti içindeki millî görüşçülerin Arınç’ın etrafında toplanmasından endişe ettiği için.
Kar yağsa da hava sıcaklığı eksi derecelerde dolaşsa da Ankara’da siyaset sıcak.
Bu yıl içinde de hep sıcak kalacak gibi...
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Seçim tartışması |
|
Sibirya soğukları altında titreyen Ankara’da siyaset durmuyor. Her erken seçim kararı öncesinde olduğu gibi siyasî iktidar sürekli erken seçimin gereksizliğini açıklıyor. Öylesine ki Başbakan Erdoğan, erken seçim isteyenleri ülkeye “ihânet” etmekle suçluyor.
İşin bu raddeye gelmesinde şüphesiz son zamanlarda açıklanan anketler ve araştırma çalışmaları etkili olmuş. Belli ki iktidar partisinin düşüşünü, buna mukabil 3 Kasım seçimlerinde Meclis dışında kalan muhalefetin yükselişini bildiren anketler, Başbakan’ı kızdırmış.
(Bir gazetenin AKP oylarının yüzde 29.9’a, CHP’nin yüzde 14.5’e düşmesine karşılık, DYP’nin 13.6’ya, MHP’nin 11.5’e yükseldiğini gösteriyordu.)
Başbakan, anket ve araştırma şirketlerinin ve medyayı hortumları kesildiği için bu tarz araştırmalar yaptıklarını söylüyor. “Pazarlığa oturacak bir iktidar bulamadıkları için” medyanın bu anketlere tevessül ettiğini belirterek, “Biz ülkemize ihânet hesâbına fırsat vermeyiz” diye konuşuyor. Daha önce her fırsatta “alternatifsiz” olduklarını mâlum medyanın destek verici yayınları ve bu tür anketlerle açıklayan Erdoğan’ın medya ve anket eleştirisi bu açıdan dikkat çekici...
* * *
Başbakan’ın bu “üslûbu”, ister istemez daha önceki medya anketlerinin ve kamuoyu araştırmalarının “pazarlıkla” bu işi yaptıkları intibâını verdiriyor ki bu durum her şeyden önce partisini ve bugünkü siyasî iktidarı itham altında bırakır.
Gerçekten Erdoğan’ın sözünü ettiği medyanın baştan beri AKP’yi “alternatifsiz” sunup desteklemesi, bir “pazarlık” ve “hortumlama” sonucu mu idi ki medyayı bununla töhmet altında bırakıyor. Erdoğan’ın “Türkiye’nin koalisyon kültürüne hazır olmadığı” yönündeki sakındırmalarının bir mantığı olabilir. Lâkin bir yandan “ayağa kalkmış bir ekonomik yapı”dan, “güven ve istikrara ulaşmış” bir Türkiye’den bahsedip, diğer yandan seçim isteyenleri ihânetle suçlamak, hiç de mantıklı gelmiyor.
DYP Genel Başkanı Ağar’ın ifâdesiyle, “Millet hizmetin karşılığını verir, eğer hizmet edilmişse erken seçimden korkmanın hiçbir gerekçesi yok.” Peki Erdoğan neden seçimden çekiniyor?
Sormak lâzım; Erdoğan’ı ve partisini iktidara getiren 3 Kasım seçimleri bir “ihânet” miydi? Yüzlerce trilyonluk borçları ötelenen medya şimdiye kadar hortumları kesilmediği ve rant sağladığı için mi AKP siyasî iktidarına kayıtsız şartsız arka çıktı?
Kaldı ki yürürlükteki seçim sisteminin çarpıklığı her haliyle sırıtıyor. 10 milyon seçmenin oy kullanmadığı, geriye kalan 40 milyon oy içinde AKP’yi tek başına iktidara getiren oy nispetinin topu topu yüzde 26’yı bulduğu ortada.
İktidarın gerçekten yüzde 26 ile Meclis’in üçte ikisini, anamuhalefetin yüzde 15’le üçte birini doldurduğu bir sistemde, siyasî sancıları engelleyecek tek çâre temsilde adaleti yönetimde istikrara feda etmeyecek bir seçimdir. Demirel’in tesbitiyle, ortada yasal olarak “gayr-ı meşrû” bir durum yok. Ne var ki mevcut haliyle millet irâdesinin temsilcisi Meclis’te halkın ancak yüzde 40’ı temsil ediliyor; yüzde 60’a yakını Meclis dışında ve temsil edilmiyor.
Bu sebepledir ki tek başına iktidar olmasına ve Meclis’te ciddî bir muhalefetle karşılaşmamasına rağmen, AKP iktidarında her fırsatta gevşemeler ve kırılmalar nüksediyor. Temsildeki zâfiyet, iktidar partisi milletvekili ve mensuplarının bir türlü adını koyamadıkları zâfiyete sebebiyet verdiriyor. İç politikadan dış politikaya sarsıcı tâvizler veriliyor, zâfiyetlerin ise ardı arkası kesilmiyor...
* * *
Özellikle temel hak ve hürriyetlerde, AB’nin desteğine ve uyum yasalarına rağmen inanç ve ifâde hürriyetinde siyasî iktidar gerekli irâdeyi gösteremiyor. İmam hatiplerin haklarının iâdesinde, YÖK yasasında, yasadışı olarak başörtüsü yasağının dayatılmasının engellenmesinde, ceza yasası ve terörle mücadele yasalarının çıkarılmasında ciddî zâfiyetler sergileniyor.
Millete söz verdiği icraatı “CHP’nin oluru”na havale eden ve yeniden yazılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesi’nde olduğu gibi hâlâ 28 Şubat “postmodern darbe” konseptiyle “irtica”yı 40 bin insanın ölümüne neden olan bölücü terörle aynı kategoride kabul edip “birinci tehdit” olarak onaylayan AKP hükûmeti, bu zafiyetle sürekli geri adım atıyor...
Başbakan’ın “seçim istemek ihânettir” açıklamasını yaptığı bir sırada, “2B tasarısını mecburen buzdolabına koyduk, parlamentoda işbirliği oluşturamıyoruz” demesi, bunun son bir örneği.
Başbakan, “Erken seçim ihânettir” dese de, Dışişleri Bakanı Gül, hiç kimsenin AKP hükûmetini asla yıpratamayacağını iddia etse de, Demirel’in ifâdesiyle “siyasî iktidarın en güçlü olduğu zaman seçildiği gündür.”
Zamanla her hükûmet yıpranır ve her siyasî iktidarın bir miladı ve bir de miâdı vardır; ve bu miâd günün birinde dolar. Demokrasilerde bunu belirleyecek olan da seçimdir...
AKP iktidarı, erken seçimi “ihânet”le suçlamak yerine, AB uyum yasalarında söz verilen, hâkim nezâretinde önseçimi ve tercih sistemini esas alan, temsilde adaleti temin eden siyasî partiler ve seçim kanunlarını bir an evvel çıkarmalı...
Kaçışlar olur ama, nihaî çâre budur...
27.01.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi [email protected]
adresine bekliyoruz.
Son Dakika Haberleri |
|
|