|
|
İspanya nire, Türkiye nire?
Bir yandan millet adına TBMM içinden oluşturulmuş bir heyet, Samsun’daki 19 Mayıs Üniversitesi yöneticileri hakkında yolsuzluk iddialarını araştırıyor!
Diğer yandan da, bazı parti temsilcileri, bazı bürokratlar, yolsuzluk suçlamasında bulunulan üniversite yetkililerini ziyaret edip, destek beyanında bulunuyorlar!
Ziyaretle destek açıklamasında bulunanlardan CHP’lileri anladık da, onlar anamuhalefet partisi olarak ülkede yapılan her şeye karşı çıktıklarından böyle bir girişim içinde olabilirler de, ya bu bürokratlara ne oluyor?
Samsun Garnizon Komutanı Tümgeneral Naci Beştepe, geçtiğimiz hafta üniversiteyi ziyaret edip, desteklerini beyan etmiş!
Kendisinin yolsuzluklarla ilgili açık bir beyanı yok ama, üniversitenin bugünkü durumunu öven ifadeleri, hemen tüm medyada, ‘TBMM heyeti karşısında rektörü destekleyen tavır’ olarak haberleştirilmiş ve bu haberler komutandan da bir tekzip yememiş!
Örneğin bir tanesinin başlığı şöyle, ‘Tümgeneral Beştepe’den, OMÜ’ye destek ziyareti’!
Bir başka gazetenin başlığı ise şöyle, ‘Askerin tavrı rektörden yana’!
Sakin olalım, tane tane düşünüp, adım adım ilerleyelim..
Askerin tavrı rektörden yana ise, karşı tarafta ne var?
Kim olacak, TBMM’nin bir komisyonu var!
TBMM Komisyonu ne demek?
TBMM demek!
TBMM ne demek?
Millet demek!
Tekzip edilmeyen gazete haberlerinden ne anlıyorsunuz şimdi siz?
Bir general ile bir rektör birbirlerine destek vererek, TBMM’ye karşı mücadele veriyorlar demek ki!
Hatırlayalım, TBMM’nin araştırdığı konu ne idi?
Üniversitedeki yolsuzluk suçlaması!
Onun devamında ne vardı?
Üniversitede belli bir siyasi görüş çevresinde kadrolaşma iddiaları.
İşe bakın siz, milletin Meclisi’nin araştırma konusu yaptığı bir olay gündemde iken, bir general üniversiteyi ziyaret edip, nerede ise ‘arkandayız’ demediği kalmış!
Oysa daha 10 gün önce, İspanya’da generaller merkezli bir tartışma yaşanmıştı!
Bir general; Meclis’te görüşülecek bir konu hakkında fikir beyan edip, belli bir yönde karar çıkacak olursa, karşı çıkacaklarını ilan etmişti.
Ne oldu o generale?
Önce görevden uzaklaştırıldı, sonra da tutuklandı.
Sadece o generale mi, onu desteklediğini belirtenlere de aynı muamele yapıldı.
Yapılması gereken de o idi zaten!
Bizde ne oluyor peki?
Herkes üç maymunu oynuyor!
Oynamayanlar da, komutana şirinlik numaraları yapıyor!
Komisyonun başkanı olan AK Parti Milletvekili Cemal Demir, (ki kendisi bu araştırma konusu sebebiyle de en ağır eleştirilere ve hatta hakaretlere maruz kalan kişidir) komutanın, gazetelere ‘destek ziyareti’ olarak haber olan tavrı ile ilgili olarak şu yorumda bulunuyor: ‘Komutan ziyaretle doğru olanı yapmıştır!’
İspanya nire idi, Türkiye nire oluyor?
Devam ediyor milletvekilimiz, ‘Komutan her zaman üniversiteyi ziyaret edebilir. Ne bundan rahatsızlık duyduk, ne de yasak getirebiliriz. O bir kamu görevlisi, biz de Meclis adına görevliyiz. Komutan doğruyu yapmıştır, bundan sonra da yapmaya devam edecektir.’
Kusura bakmayın ama, tüm gazetelerde, TBMM’ye karşı rektöre destek ziyaretinde bulunduğu yönünde haber olan ve bu haberleri tekzip etmeyen bir komutan için soruşturma açılmasını isteyeceğinize, ‘Doğru yapmıştır’ derseniz, sizin o rektör hakkında yapacağınız soruşturmadan da hiçbir şey çıkmaz!
Komutan doğru yapmış ise, rektör de doğru yapmıştır! O zaman ne diye milleti oyalıyorsunuz ki! Ne diye yolsuzlukların üzerine gidecekmişsiniz gibi açıklamalarla milleti kandırıyorsunuz ki?
AK Parti’yi, hatta hükümeti boşverdik... Hiç mi olmasın TBMM, gerçekten saygınlığını sürdürmek istiyorsa, kendi içinden çıkan Araştırma Komisyonu’nu gazete köşelerinde saygısızlıklara alet edilmesinden birazcık rahatsızlık duyuyorsa, şimdi rektör hakkındaki araştırmayı bir kenara bırakıp, ‘Rektöre destek ziyareti yapan komutan’dan işe başlamalı!
O haberleri ya tekzip ettirmeli, ya da TBMM’ye karşı geliştirilen tavrın müeyyidesini o komutana uygulatmalı!
Ki, biz de ‘İspanya nire, Türkiye nire’ demekten kurtulalım.
Ali Karahasanoğlu
Vakit, 26.1.2006
|
27.01.2006
|
|
‘Sosyete tarikatı’
Habersizlikten desem değil, dünya kaynıyor ama bizimkiler için dini magazin her zaman manşet olarak daha çekici olmuştur. Şimdilerde, cuma namazına gidip erkeklerle birlikte ve başı açık namaz kılan bir grup kadın bulmuşlar, o gazete senin, bu televizyon benim, bir sürü yerde baş haber oldu. Olayı daha da ilginç hale getiren, bu kadınlardan birinin Başbakan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu’nun eşi olmasıymış.
Evet, bir yerde bunun haber değeri var, ama sonuçta, AKP tarikat değil, bir danışmanın eşinin itikadi meşrebi, bir siyasal partiyi ne ölçüde bağlayabilir ki? Onun ötesinde, ikide bir acayiplik icat eden birileri, hep medyayı işgal etmiştir, üstelik bu haberler, ‘Bakın ne acayip insanlar’ tonunda verilmez, illa kışkırtıcı bir havada verilir. Bu haberlerde, hep bir, ‘İbadetse bunlarınki de ibadet, var mı bu tür şeylere yan bakan?’ havası vardır. Ve nedense, bu tür yeni icatlar (bidat) peşinde olanlar, ‘Benim içim temiz, bu Allah’la benim aramda’ gibi demeçler vermeye bayılırlar. ‘İçim temiz, gerisi Allah ile benim aramda’ tezine sarılınacaksa (ki pekâlâ sarılınabilir) dine ve özellikle ibadete ne gerek var? Böyle düşünen de vardır, ama nedense bazı ‘içi temizler’ rahat duramazlar, illa dikkat çekici bir şey yapıp, içlerini dökmek ihtiyacı duyarlar. Daha önce de, kadınların cumaya gitmesi, erkeklerle yan yana ibadet etmesi tartışma konusu olmuştu.
Ancak, takdir edersiniz ki, bu çok da özgür bir tartışma olamıyor. Sıkıysa imam, ‘Hanımlar siz burada ve bu şekilde namaz kılamazsınız desin’, hemen laiklik fırtınası eser, adamın başına gelmedik şey kalmaz. Kimse de kalkıp, ‘Canım bu dini bir mesele, usulüne karışmak bize mi kaldı’ demez.
Ne de olsa burası, ateist düşünürlerin, ibadete ilişkin konularda bile, mesela, namazın Türkçe olmasının gerekliliği hakkında içtihat yaptığı bir memleket.
İşin bu kısmı bir yana, olay kadınları ilgilendirdiği için, konunun bir de, ‘İslam’a göre kadın-erkek eşit mi, değil mi?’ istikametine kayma ve iyice çığrından çıkma riski var. Allah’a şükür, burası laik bir ülke, inanmak ve inanmamak özgürlüğü var. Gerisini zorlamanın âlemi yok. İnanan hanımlar, köle gibi yaşamaya razı olsunlar demiyorum, ama baştan kabul etmeleri gereken bir şey var; İslam’a göre, hatta hiçbir İbrahimi dine göre, kadın ve erkek eşit değil. Yaradılış hikmetlerine bağlı olarak farklılar.
Aslında, bu farklılığın hakiki mahiyetini kavramamız da imkânsız, çünkü yaradılış sırrına vâkıf olmamız mmkün değil. Ancak, farklı yaratıldığımız söyleniyorsa, bunu böyle kabul etmek zorundayız. Namazı birlikte kılmak veya kılmamak, inancın en önemli meselesi olmayabilir, ilahiyat açısından hiç önemli olmayabilir, ama mevcut usullere meydan okumak suretiyle, kadın-erkek eşitliği vurgulamaya çalışanlar boşuna uğraşmasınlar. Kutsal kitabı tek bir şekilde ve lafzi olarak kavramak iddiasında olan fundamentalistler gibi düşünen biri değilim, ancak din demek dogmalara yani belli sabitelere inanmak demek. Bu sabitelerden biri de, kadın ve erkeğin neden ve nereye kadar olduğu konusu muğlak ve tartışmaya açık olsa da farklı yaratıldığı.
Hem dini inanç ve ibadet meselelerine yorum getirebilmek, herkesin aklına estiği şekliyle yapacağı şey değil. Ama, bu ‘içi temizler’ nedense, binlerce yıldır, bu konularda kafa yoran bunca insanın içinden çıkamadığı meseleleri, çarçabuk hallettiklerini sanırlar. Sanki binlerce yıl insanların hiçbiri, ‘Önemli olan kalp temizliği’ gibi bir düşünceyi hiç akıllarına getirmemiş de, o nedenle din adına bu kadar tantana icat etmiş gibi düşünebilirler.
Sadece, bir gazetenin ifadesiyle ‘sosyete tarikatı’ hanımları için söylemiyorum. Haber olarak veya yüz yüze karşılaştığım her defasında şaşırdığım bu yaklaşımı, garipsediğim için konuyu deşme ihtiyacı duydum. Dine aklınız yatmayabilir, ikna edici bulmayabilirsiniz ama nasıl olur da, binlerce yıldır, düşünce dünyasını meşgul eden meselelerin, sıradan bir akıl yanılması sonucu olduğuna veya öylesine kolayca sizin aklınıza gelen bir düşüncenin, ciddi bir yorum olabileceğine inanırsınız? İnanmak veya inanmamak, öte yandan inanmak ama illa kendi kafasının dikine inanmak adına, diz boyu saçmalığa bel bağlamasak, bir düşünce yolculuğuna gönül indirsek daha iyi bir yere varırız, sansasyon medyasına değil, kendimize bir şans verelim diyorum hepsi bu.
Nuray Mert
Radikal, 26.1.2006
|
27.01.2006
|
|
Askerin insan hakkı
Bir süre önce “askerlerin kimi sorunları”nı çok sayıda yazıda aktarırken başlıktaki kavramı kullanmıştım.
Kimileri, “teröristlerin insan hakları” savunulurken askerlerinkinin savunulmamasından haklı olarak şikayet ediyordu ya...
“Askerin insan hakkı”nın daha geniş ve sağlam telakkisinin ise bizzat o çevrelerde rahatsızlık yarattığını yazmıştım.
Elbette öncelikle “yaşama hakkı” vardı ama... Subayıyla, astsubayıyla, uzmanıyla, sözleşmelisiyle, eratıyla asker de madem ki her şeyden önce “insan”dı, başka “insan haklar”ı da tanınmalıydı.
İnsan onuruna yakışır geçiminden, haysiyetinin kırılmamasına, hiyerarşik şiddete, hakarete, dayağa maruz kalmamasına, kendisini ve ailesinin koşullarını geliştirmesine, angarya yüklenmemesine, kişiliğiyle oynanmamasına, hakkaniyetli sağlık ve emeklilik güvencesine, makul sürede istifanın mümkün olmasına...
İki dudak arasında keyfi ceza uygulanmamasına, “adil yargılanma hakkı”na kadar.
Ayrıca, “zorunlu askerlik” ülkesinde dahi, bunun reddedilebilmesi ve başka alternatiflerin yaratılabilmesi ihtimal ve imkanları da.
*
“İnsan hakları”nda şu sıra en bağlayıcı sayılan en üst uluslararası hukuk kurumumuz, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”, bir ay içinde bu konularda iki çok önemli karar aldı:
1. Geçen ay, bir başvuru üzerine bir kişiye askerliği sırasında amiri tarafından verilen 21 gün “oda hapsi” cezasını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı buldu. Türkiye’yi 3 bin 500 Euro tazminata mahkum etti.
2. Önceki gün açıklanan kararla, “vicdani ret”le, askerlik yapmayı kabul etmeyen ve bu yüzden defalarca ceza aldıktan sonra da “kaçak” yaşayan birisinin başvurusu sonucu, bu durumu “insan onurunu küçük düşürücü” bularak, işkence ve kötü muamele sayarak, Türkiye’yi 11 bin Euro tazminata mahkum etti.
*
Mahkemenin “türban kararı”nı çok beğenenlerin bazıları tabii bu “askeri” kararlardan hoşlanmayacak.
Lakin, mesele şu ki, “askerlik sistemi”nin çeşitli uygulamaları bu kararlarla mahkum ediliyor ve başvurular oldukça da benzer kararlar çıkacak.
Elbette, ödersiniz tazminatı, aynen devam da edebilirsiniz. Makul, adil, doğru, hakkaniyetli, insan onuruna uygun, millet, halk, devlet, birey, hatta çağdaş askerlik yararına buluyorsanız. Tabii, en iyisi aynı anda hepsine uygun görüyorsanız!
Tartışılması gereken de bu:
Bu uygulamalar hakikaten doğru mu?
Sırf sizden üst rütbede ve elinde öyle bir askeri ceza metni var diye, herhangi bir üst’ün bir alttakine “keyfi” şekilde üç, dört haftaya kadar “oda hapsi cezası” verebilmesi, hukukun temel ilkelerine uygun mu?
Bu “keyfi, iradi” cezadan ötürü, bir astsubayın mesela subay olamaması, bir subayın kurmaylık sınavına girememesi, onurunun ve hayatının tahrip olması, uygun mu?
İnsan Hakları Sözleşmesi 6’ncı maddede, “Kanuni, bağımsız, tarafsız bir mahkeme” de yargılanma hakkı şart görülüyorsa, askerlikteki bu cezalar “askerin insan hakları”na hak mı!
Bende saklı yüzlerce astsubay, uzman mesajı; bu cezalardan bunalmış yüreklerle de yüklüydü.
*
Demek ki, sadece “askerin demokrasiyi koruma, kollaması” değil, bizzat demokrasi ve hukukun da “askeri, üstleri karşısında koruyabilme, kollayabilme; sivili asker karşısında koruyup kollayabilme” meselesi de mevcut.
“Zorunlu askerlik” bir yana, “vicdani ret”e kapalılık ve ceza yönünden, Türkiye’nin Avrupa’da sadece Ermenistan, Azerbaycan, Arnavutluk’la aynı seviyede kalma sorunu da mevcut.
Kısacası, “askerlikte insan hakları, askerin insan hakları, insanın askerlik hakları, sivilin askerlik karşısındaki hakları, askerliğin hukuk ve demokrasi zaafları, askeri yargının hukuk ilkelerine uygunluğu, kararların yargı denetimine açıklığı”nın tartışılma ve düzenlenme, 1111 yıllık gelenekler ile 80 yıllık kanunların gözden geçirilme gereği mevcut!
Elbette “askerlikte disiplinin hayati ve ölümcül önemi”ni pek ihmal etmeden.
Umur Talu
Sabah, 26.1.2006
|
27.01.2006
|
|
Vicdanî red
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, askerlik yapmayı reddettiği için, Osman Murat Ülke’nin hapis cezasına çarptırılmasını “kötü muamele” olarak gördü ve Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm etti.
Üniforma giymeyi reddeden Ülke’nin, emre itaatsizlik suçundan dolayı 1995’ten 1999’a kadar 8 ayrı hapis cezası alması ve 701 gün askeri cezaevinde yatması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, işkence ve kötü muamele başlıklı maddesine aykırı bulundu.
Türk Ceza Kanunu’nun 318 ve 319. maddeleri de, hem konuyla ilgili, hem de ilerde Türkiye’nin başına dert açacak mahiyette. 318. madde, “halkı askerlik hizmetinden soğutacak mahiyette teşvik ve telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara” ceza veriyor.
319. maddeye göre ise, “askerleri veya askerî idareye bağlı olarak görev yapan diğer kişileri kanunlara karşı itaatsizliğe ve askerlik hizmetine ilişkin görevlerini ihlâle yöneltenlerle, kanunlara, yeminlere veya disipline aykırı hareketleri askerler önünde öven veya iyi gördüğünü söyleyen kişiler de cezalandırılacak.”
Bu kapsamda, Türkiye’deki zorunlu askerlik sistemini eleştirmek, hatta vicdanî reddin kurumsallaştırılmasını istemek, askerlikten soğutmak ve itaatsizliğe teşvik olarak yorumlanabilir. Öte yandan, emir komuta zinciri içinde yapılan askerî darbelere karşı çıkıp, subayların kanunsuz bir emri dinlememeleri gerektiğini savunmak dahi, itaatsizlik kapsamında değerlendirilebilir.
Madem ki, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi böyle bir karar aldı, o zaman sakıncalı uygulamaları beklemeden Türk Ceza Kanunu’ndaki ilgili maddeleri de hemen değiştirmek gerekiyor.
Nazlı Ilıcak
Bugün, 26.1.2006
|
27.01.2006
|
|
|
|
Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi [email protected]
adresine bekliyoruz.
Son Dakika Haberleri |
|
|