Evet, bir de Mehdiyet meselesi vardır ki, Mehdînin şahs-ı manevîsi ve cemaati anlamına gelir. Yani şahs-ı manevî, bir mefkûre etrafında cemaat olarak kenetlenmek demektir.
Bu bağlamda Mehdîlik de, Mehdî ve Mehdiyet olmak üzere ikiye ayrılır. Üstadın; şahs-ı manevînin önemine ve bazı işlerini şahs-ı mane-vîye havale ettiğine dair çok sözleri vardır. Ez cümle bir iki nakil: “Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafından ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı manevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek”.1
Buradan anlaşılması gereken çok önemli derslerden biri de; ehl-i dalâletin tesanüd yoluyla, yani cemaatleşerek hasıl ettikleri bir deha vesilesiyle ehl-i imanı mağlup etmesi; ehl-i hak tarafından da, ancak bir şahs-ı manevî çıkarılarak mukabele edilebileceğinin vurgulanmasıdır. Hatta daha ilerde bu meselenin vehametini; dört tane bir ve dördü, bir alt alta, bir de yan yana koyarak ve aradaki farka dikkat çekerek anlatır. Ehl-i dalâlete karşı birlik olup kuvvetli bir şahs-ı manevî çıkarmanın ittihad-ı İslâm açısından elzemiyetini rakamlar anaforuyla izah eder.
Mesela, bazı uygulama veya faaliyetler başlangıçta bir müddet münferid seyreder, belli bir noktadan sonra şahs-ı manevîye dönüşerek büyür. Şöyle ki; malum, bu din-i mübin-i İslâm bile başta fert olan Fahr-i Cihan Efendimizle (asm) tek başlayıp bir müddet münferid devam etti, tâ ki Hz. Ömer’e kadar. Nasıl ki Hz. Ömer (ra) imanla müşerref olunca “Kaç kişiyiz ya Rasulallah” deyip de, Efendimiz (asm) “Seninle kırk olduk ya Ömer” buyurunca, Hz. Ömer “O hâlde ne duruyoruz artık, Allah’a (cc) açıkça kulluk edelim” deyip, topluca Kâbe’ye doğru cemaat hâlinde kulluğa gidince, işte o zaman şahs-ı manevî teşekkül etmiş olundu.
Aynen Bediüzzaman da kimsenin Allah diyemediği o ceberrut döneminde, Nur cihadını tek başına “sırran tenevveret”le başlattı. Ne zaman ki 1948’lerde Afyon savcısı İnönü’nün sorusuna karşı, Nurcuların sayısının beş yüz bin olduğunu söyledi, artık Nurculuğun da bir şahs-ı manevî olduğu anlaşıldı. İşte onun için Mehdînin devamî olan görevlerini de, Üstadın teşvik ve takdirleriyle şahs-ı manevî ünvanıyla Nur cemaatı yapmaktadır. Hatta Üstad hayatta iken bile bazı meseleleri, sahs-ı manevîye havale etmiş ve “Benim de bir reyim var” buyurmuştur. İşte bu da, bir Mehdiyet meselesidir.
Deccal ve deccaliyet de böyledir, başlangıçta bir şahıs olmakla birlikte o da bir şahs-ı manevî oluşturmuş ve öyle devam etmektedir. Yoksa ölünce her şeyin bitmesi lâzımdı. Fakat heyhat!
Demek; Mehdîlik; kul bunalınca Hızır’ın yetişmesidir. Yine Üstadın işaret ettiği gibi, karıncayı emirsiz, arıyı yasupsuz bırakmayan Allah (cc) beşeri de nebîsiz ve velîsiz bırakmayacaktır. Her Firavun’un bir Mûsa’sı olacaktır.
Sahih hadislerde İstanbul’un fethi dahi bir Mehdiyet hadisesidir.2
İngilizlerin İstanbul’dan; bir anlaşma yapmadan ve bir kurşun dahi atmadan gidişlerini dahi, Mehdînin kansız, kavgasız savaşına bir işaret ve beşaret görüyorum. Çünkü; Üstadın cihad fetvası ve Hutuvat-ı Sitte’sinin neticesinde, İngilizin bütün planları alt üst olmuş ve zaten o eserin taltifi için, 1922’de, yeni kurulan hükümet tarafından ısrarla Ankara’ya davet edilmiştir. Bu meselenin dahi objektif olarak derinlemesine incelenmesi gerekir.
Demek Mehdî; bir imkân, bir müjde ve göz aydınlığıdır. Madem her kıştan sonra bir bahar her geceden sonra bir nehar olması âdet-i İlâhîdir. Bu da, böyle bir şeydir işte...
Bir de Mehdî telâkkisini tam anlamak için ikiye ayırmayı uygun buldum.
1. İtibarî, indî ve hissî Mehdî telâkkileri: Bunun mevzumuzla alâkası yoktur; hususî ve kişiye göre değişir... Zaten tenkid ve istihza edilen de budur.
2. Gerçek Mehdî’dir ki, bizim mevzumuzdur. O bizzat ahirzamanda gelip Büyük Deccal ile mücadele eden nassî işaret ve beşaretlere mazhar olan eşhas-ı ahirzamandandır. Hatta onu; gaybâşina nazarıyla tesbit eden İmam Rabbanî, Mektubatı’nın iki yerinde “Mirza Bediüzzaman’a Mektup” diye yazmış hem de başka bir eserinde de teşhisini “Mansab-ı Nübüvvet Mensubu, Âlim-i Tâmmül Marife Mehdî Aleyhimürrıdvan gelecektir” diye ilan etmiştir. Herhalde onu da, bu asırda aramak gerekir. Çünkü onun kendi asrında arayıp da bulamadığı “tâğut” bu asırda huruç etmiştir.
Tâğut ise; Allah’ın (cc), emirlerine isyan edip, kendi kanunlarını tercih ederek, ona göre bir otorite tesis eden kimsedir. İncil’e göre de, “yasa tanımaz kişi” demektir.3
Bunu bazı hocalar; def-i muhal bir belâ telâkki etseler de, vaad-i İlâhî tahakkuk edecek “İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertevefşan olacaktır.”4 Bediüzzaman’ın “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler Cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır” müjdeleri dahi Mehdîlik gerçeği olarak tahakkuk edecektir.
Aynı zamanda Mehdîyi bir kral gibi düşünenler de yanlış düşünüyor. Bilakis Mehdîlik veya Mehdiyet; bir dava, ilim, çile ve sabır meselesi olup, öyle makam ve mansıpla değil, Hz. Mûsa ve Firavun meselesi gibi “vel akibetü lil muttakîn” sırrı ile gerçekleşecektir. Hatta Mehdî, davası uğruna değil çile, Cehenneme razı olup Cennetten bile feragat eden, Hz. Ebu Bekir misali bir numune-i imtisaldir.
Yani Mehdîlik öyle bazılarının zannettiği gibi teorik, hayalî ve beşerî bir hâdise değil; bilakis pratik, sonucu kesin, Bediüzzaman’ın yaptığı gibi Allah’tan (cc) başka kimseye dayanmayan, müeyyed min indillah, İlâhî bir hâdisedir.
Tahkikî iman ile küfrün belini kıran, istibdad-ı siyasiyeye boyun eğmeyip bid’atlara suret-i katiyyede pirim vermeyen, tavizsiz, bir Sahabe mesleği olup, şeair olan ezan-ı Muhammediyeyi şu kubbe-i asumanda yeniden aslına uygun emr-i bülent olarak ilan ettirmektir.
Kimsenin, “Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!” müjdesini engellemeye gücü yetmeyecektir. Vesselam...
Dipnotlar:
1-Lem’alar, Yirminci Lem’a, s. 152.
2-Mustafa Kara, TC’de Tarikatlar, Hadis no: 38.
3-Yuhanna İncili S. Mektuplar.
4-Muhakemat.