Bu lüğazın sırrını anlamak için; mevcudat, lisan-ı hal ve vird-i zeban gibi anahtar kelime ve terimlerinin lügat ve istilâhının anlaşılması gerekir.
Mevcudat: Vücut verilmiş demektir. Bu kelime varlıktan çok öte bir anlam taşıyıp asla tesadüfi bir varlık olarak anlaşılmamalı. Zira varlık için; faili meçhul, kendiliğinden var olma anlamı verilir ki, kesinlikle Üstad o anlamda kullanmaz. Ancak vücut denince; belli bir gaye ve hikmet için bir fail tarafından yaratılan mef’ul anlaşılır.
Meselâ: Üstad “Zerre; vücûd-u eşyadaki hidemat ve harekâtına sevk edilir. Bir kudret-i kâmilenin desatırı ve irade-i nafizenin Kavanini (nüfuzlu bir iradenin kanunları) ile vücut giydirilir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, kudreti fatıranın o levh-i mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin eşyadaki cilvesini hissetmişler. Haşa “tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler” der. (Sözler. 581)
Lisan-ı hal: Hal dili, bugün buna “beden dili” tabiri de kullanılıyor ki, bana göre bir mahzuru yok. Konum ve durumun ifade ettiği mana demektir ki, meselâ: Asker kıyafetinde birinin ayrıca kendini anlatmasına gerek var mı?
Hâkim ve Dr. da hakeza vs. Bunların her birerlerinin kıyafet ve konumu fonksiyonlarını anlatır. Onun için “lisanü hali entaku min lisan-ül kal” (lisanı hal, lisanı kalden daha etkilidir) denilmiştir.
Üstad: İnsanı görenin ibadet, arslanı görenin şehamet için olduğunun anlaşılması lâzımdır der.
Vird-i zeban: Dilden düşürülmeyen devamlı tekrarlanan bir zikir demektir ki, Üstad bunu bir başka ifadesiyle “Kâinat’ı nağamata getiren bir musıka’i İlâhiye” olarak da ifade eder. Yani kâinatta zerrelerden kürelere bir hareketten bahs edip, bu durmayanlar neden durmuyor ve devamlı tazeleniyorlar deyip, bunun sebebinin, bir muharrik gücün tecellisi ile ancak ifade edilebileceği gerçeğinden hareketle, o muharrik gücün de, ancak esma-i İlâhiye olacağı, o esnadaki sesleri de musıka-i İlâhiye olduğuna dikkat çekerek tesadüfe zerre kadar imkân bırakılmaz. Her zerrede; hem harekâtında, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur parlıyor. Yani herbir zerre eğer me’mur-u İlâhî olmazsa nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Yani bir bilenin memuru olmak lâzım gelir. (Sözler. s. 582)
Bu ezelî ve ebedî hakikati kavrayabilmek için ontolojik olarak, mikro ve makro âlemlerden sayısız deliller ibretler gösterebiliriz. Bunun için maddenin en küçük yapı taşı olan atomu, sonra da güneşi çok kısa ifadeye çalışalım.
Meselâ: Akıl, mantık ve vicdan sahibi birisi için atomun proton ve nötronlardan oluştuğunu söylemek yeterli olmamalı. Yani o kişide azacık ilim, bilim ve hikmet namusu varsa! Tamam da, bu ölçülü hareketin, bu intizamlı sistemin ve şu şuurlu hikmetli duruşun sebebi ne, neden sormuyorsunuz da, bağnazca ideoloji yapıyorsunuz denilmeli.
İşte bütün ateistlere sesleniyorum! Neden insanlığı beş duyu ile elde edilebilecek kadar basit olan ‘ne’ ve ‘nasıl’da boğuyorsunuz da, işin asıl sebebi olan şu anlamlı var oluşu, niçinleriyle ve nedenleriyle insanlığa takdim etmiyorsunuz?
Meselâ: Suyu; (H2O) olarak söylüyorsunuz da, neden kohezyon adı verilen çekim kuvvetiyle, dağılmadan kalabildiğini, dipol denilen kutuplaşma özelliği ile de, bir çok maddeye yapışıp ıslattığını ve ayrıca edezyon denilen farklı iki maddenin molekülleri arasında çekim kuvvetini ifade eden yüksek bir güce sahip olan bir maddedir ve şayet bir damla suyun içindeki enerji açığa çıkartılabilse bir ton yükü bir km. yukarı çıkarabilecek bir güçten bahs ediyorsunuz da, bu gücün gerçek kaynağının besmele ile istinat edilen hallakıyetden geldiğini itiraf etmiyorsunuz?
Su olmayınca hayatında olmayacağını bildiğiniz halde bu harika ve hikmetli işleri niçin hayatın sahibine vermeyip batağa batmış gibi debeleniyorsunuz? Biri yanıcı diğeri yakıcı iki maddenin birleşip söndürücü hale getirilme mu’cizesini ve bu dinamizmin gerçek sebebini insanlığa itiraf etmiyorsunuz. Bunu şuursuz tabiata ve kör tesadüfe nasıl veriyorsunuz? Bu mu’cize size göre bunların hepsinden öte, mutlak, bilinçli bir irade ve kudretin zorunluluğunu göstermiyor mu?
Bu âlimane, hâkimine ve rahimane oluşumları başka kime verebilirsiniz? Eğer hâlâ tesadüfte inat ederseniz bu bütün bilimlere hakarettir, çünkü o takdirde bilimler de, tesadüf demek olur. Tesadüfi olup, istikrarı olmayan bir şeye bilim bina edilmez.
Bunu sadece, atoma ve suya değil kâinatta her şeye uygulamamız gerekir. Diğer bir örnek: Nur isminin bir tecelli ve gölgesi olan güneşi ele alalım. Güneşin bizim görebildiğimiz, göremediğimiz enerji ve ışık boyları var, insanlık ve mahlûkat hepsine de, muhtaç ve bunlar olmazsa olmazdır. Hatta ne noksanı ne de fazlası var.
Meselâ: Bizim bir şeyi görebilmemiz için ışık boylarının 04 ve 07 mikron arasında olması lâzım, yoksa gözümüz ya yanar ya donar. Yani haşa bunu güneş mi ayarlıyor yoksa gözdeki akılsız şuursuz fosformu? Bunu hangi iz’an ve insaf sahibi diyebilir? Aslında bu gerçekleri bütün mevcudat lisanı haliyle ilân ediyorda, şu gafil insanlar anlamıyor veya anlamak istemiyorlar.
Yani güneşin iks ışınları, medda, gamma ve mor ötesi ışınları var ve biz onları göremiyoruz, fakat onlar her an gözümüzün önünde ve adeta gözümüze parmağını sokarcasına bu hakikatleri haykırıyorlar. Yani onlar sadece beyaz rengi ile değil elvanı seb’a denilen ve bir terkip olan manzume renkleriyle cilveleniyor. Demek bu gerçekler sadece bir damla suda değil, deniz ve şeffaf her şeyde ve hatta gayr-ı şeffaf her şeyde tecessüm ediyor ve hatta yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle; güneş elvanı Seb’asıyla her yerde olduğu gibi aklı olsaydı onunla da, olurdu ve ulaşabildiği yeri idare dahi ederdi ve öyleki her düşen yapraktan haberdar olurdu. İşte onun gibi “Allah” ismi herşeye tecelli ediyor ve işte herşey onun için muntazam ve mevzun ve şuurlu hareket ettiriliyor. Demek her mevcud lisanı hali ve kali ile virdizebanı olan “Allah’ü Ekber”i ilân ediyor. Öyle içgüdü gibi safsataların artık yerde yerleri yoktur, ilham ve sevk-i İlâhî vardır. Hatta Âyet’el Kürsi’nin hemen başında “Allah’ın (cc) hay ve kayyum” olduğu “külle yevmiye hüve şe’n” (o her an bir tecellidedir) diye açıkça ilân ediliyor. Yani o hayatı veren ve herşeyi ayakta tutan da, Allah’tır. Demek o şey lisanı haliyle Allah der.
Hatta lisanı kaliyle diyenler dahi nihayetsizdir. Meselâ: Rasulullah’ın (asm) müfarekatine dayanamayan devenin ve yaslanarak hutbe okuduğu, hurma kütüğünün, enin edip inlemeleri ve cansız çakıl taşlarının ona şehadet edip zikir çekmesi gibi.
Bir vait merhum sanatçı Barış Manço TV’de göstermişti. Afrika’da bir ağaç türü biçiliyor elyaf elyaf, levha levha Besmele yazılı tablolar çıkıyordu. Yine kalbin çalışma halinde görüntüsünü kart postal yapmışlardı ve çok net ‘Allah’ yazıyordu, bazı veli kullarında bu sesi duyduğu aşikârdır. Yani; yazan Allah aynı zamanda söyletir de, fakat ancak bunu feraset sahibi asil ve kerim insanlar anlar. Öbürlerinin de, hidayete ermeleri için ip ucu şeklinde âlâmetler olup, imtihan sırrını bozmamak üzere akla kapı açar ihtiyarı elden almaz. Yoksa Ebu Cehil ile Hz. Ebu Bekir’in farkı kalmazdı. Netice olarak “Hidayet Senden olmazsa dirayet neylesin Yarab. Arapça bilse de Ebu Ceh’le âyet neylesin Yarab”! demekten başka birşey elimizden gelmiyor.
“Kim ne derse desin bütün denklemlerin sonucu “bir” çıkar ve bir Kitabullahı azamdır. Seraser kâinat hangi harfini yoklasan manası hep “ALLAH” çıkar” vesselâm.
Kâinatta bir fıtrat kanunu vardır ve hiçbir mahlûk onun dışına çıkamaz.
Meselâ: Kaşlarımız ve bütün organlarımız gereği kadar büyür, uzar ve durur. İşte lisanı hal ile Allah’ın mukaddir isminin tecellisi.
Nasıl bir kelâmî kitap olarak Kur’ân-ı Kerîm’de ne fazla ne noksan yoktur. Aynen öyle de kevni kitap olarak da, kâinatta ne fazla ne noksan yoktur. Demek ki, her şey nihayet derece âlim, hâkim ve muktedir bir amirin emri tahtında hareket ettiriliyor. Demek herşey lisanı haliyle Ya ALLAH, Ya Mukaddir, ya Erhamerrahimin” diyorlar. Ve Cenab-ı Allah da, “Fağtebiru” (ibret alınız) buyuruyor. İbret alanlara ne mutlu.
Bediüzzaman “Kâinatın telifinde öyle bir icaz vardır ki, Şayet farz-ı muhal olarak esbab, faili muhtar birer amir olsaydı ve kâinat onların idaresine verilse idi bu icaza karşı, izharı acz ederek, “sübhaneke la ilmelena, İslâma allemtena inneke entel alimül hakim” diyerek secde-i hayrete gidecek ve gafletlerinden pişmanlıkla istiğfar edeceklerdi.
Üstad bu gerçeğin ifadesi için “Basar masnuatı görüp de basiret Sâni’i görmezse çok garip ve pek çirkin düşer” diyor.
Evet akılları gözlerine sükût etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri burada sükût eder.
Çünkü Cenab-ı Hak nihayetsiz kudretinin mu’cizatının numunelerini beş bin hikmetle tahrik olunan zerrat ile izhar eder. O akılsız feylesoflar bu zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve devrana kalkan o zerreleri kendi kendilerine sersem gibi dönüp oynuyorlar zannetmişler. İşte bundan da anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil cehildir (Sözler. s. 586)
Burada kanunu ilm-i muhitin ucu görünüyor. Ben ayı gösteriyorum ahmaklar parmağıma bakıyor. Âdili mutlak olan Allah (cc) elbette bunun hesabını onlara soracaktır.
Süleymaniye Camii’nin mimarı Mimar Sinan’ı inkâr eden biri, herbir taşı Mimar Sinan kabul etmek mecburiyetinde olduğu gibi ondan çok daha mükemmel ve muhteşem olan kâinatı, şuursuz zerrata isnat etmenin hesabını Sultan-ı Kâinat nasıl soracağını ve onların ne hallere düşeceğini İlâhî kitaplarıyla ilân etmiştir.
Allah’ım! Bizleri de gafletten ikaz edip, makbul istiğfarlar ihsan eyle!
Evet bütün şahitlerin delâiliyle herbir zerre mebde-i hayatında “Bismillah” der.