Yaşanan her olaydan ince bir ders ve ibretlik bir şey çıkarmak mümkün. Ama kendimizi salınca pelte gibi oluyoruz, kayıp gidiyoruz. Şişenin bir tarafından sızınca ince ince sular, dökülüp gidiyor hayatlar, gidiyor sular...
Kapımızı bir misafir, bir yolcu veya bir dost çalsa, nasıl da derlenip toparlanıyoruz hemen, üstümüzdeki kıyafetle çıkmıyoruz onların karşılarına. En düzgün elbiselerimizi bulup giyiyoruz. Onun gibi de, yaşanan her olaya derlenip toparlansak, şöyle bir hikmet gözü ile bakabilsek, en sıradan şeyden bile, kim bilir ne dersler çıkaracağız... Sokağın tam ortasında ve o masmavi gökyüzünde bulunan bir buluttan bile nice dersler çıkaracağız, kim bilir…
Çocuklarımızın o badi badi yürüyüşlerini anlayacağız. Onların hayranlıkla izlediğimiz ve imrendiğimiz o yürüyüşlerinin kendi yürüyüşlerimiz olduğunu göreceğiz. Bir akşam iftar sofrasında bir araya gelip, neşeli yüzlerle birbirimize baktığımızı, uzun yıllar hasret kaldığımızı hiç unutmayacağız. Ramazanın bizi, hiç olmazsa bir sofra başında nasıl da toplamaya muktedir olduğunu görüp sevineceğiz.
Böyledir işte. Her şeyden bir ders ve ibret alabilsek, o zaman kulağımız daha bir keskinleşecek hikmete, gözümüz daha bir parlak bakacak ibrete. Kıssalardan payımıza düşen hisseleri alacağız. Gönlümüze düşen her şey bir iz bırakacak. İz bırakan şeyler de bizden yarına kalan anılar olacak. Geriden gelenlere aktaracağımız güzel sözler, güzel hatıralar olacak.
Ramazana bir de bu yönüyle bakalım. Sofra başında hepimizi toplamaya muktedir olan yanıyla… Öyle değil mi? Yıllardır hasret kalmışız. İnsan bir yerde bir ziyafete çağrıldığında orada sadece yediği yemekle mi mutlu olur sanıyorsunuz? Hiç de değil. O, nasıl olsa her gün yaptığımız bir şey. Ama karşımızdaki insanın hayatımıza kattıkları, bakışı, sözleri, gülüşü, tebessümleri ve anlattıkları nasıl birden havayı değiştirir…
Yemek, az ya da çok. Fark etmez. Enikonu iki lokmalık helâl bir rızık. Helâl olsun, yeter.
Nasıl demiş Yunus Emre:
“Helâl ise sualimdir, Haram ise vebalimdir.”
İki lokma helâl rızık, helâl olmayan sofralar dolusu rızıklara bedel…
Nasıl olsa Allah’ın tayin ettiği, takdir ettiği o rızık, bir şekilde gelecek yerini, zamanını bilmesek de. Allah’ın nasip ettiği bir yerden gelecek. Ama helâlini talep etmek bizim elimizde. Gayret bizim elimizde. İrade ve seçmek, bizim elimizde. Rızkımızı haramdan değil de, helâlden istemek, Rabbimizden bunu dilemek elimizde.
Evet, dostlarla, sevdiklerimizle, annemizle, babamızla, kardeşlerimizle beraber olmak ne güzel… Helâl lokmaların serildiği sofralarda, özellikle bu Ramazan sofralarında en çok hatırlanması gereken sahnelerden biri de bu olsa gerek.
Bazen bir fakirin sofrasına çağrılırsınız da, o sofradaki nimetlerin azlığı sizi hiç üzmez. Helâl lokmalar olduğundan mıdır; ruhumuza bir güzellik, bir sevinç, bir huzur yayılır. Hayatımızın en güzel iftarlarından biri olarak kalır. Zihnimizin bir köşesine kazılır ve yazılır o manzara.
İftar sofralarındaki bu zevkli anı unutur olduk. Ramazanın hayatımıza kattığı o kadar çok güzellik var ki, saymakla bitmez. Sanki bu Ramazan sofralarında bir araya gelişimizin basit bir şeymiş gibi algılanmasından, emin olun, korkuyorum, ürküyorum. Çünkü Allah’ın rahmetiyle gönderdiği bu büyük Ramazan hediyesinin içerisinde, bu sofralarda bu sır da gizlidir. Aileler aile olduğunu, Allah’ın karşısında her insan sade bir kul olduğunu bu sofralarda anlar. Birbirlerine samimî bir bağla bağlanıp kenetlenir insanlar.
Omuz omuza olmak değil, gönül gönüle olmak bu sofralarda saklı. O bir aylık sofralarda belki de ebedî hayatımızın mayaları da atılıyor.
Ramazan sofralarına riya değil, ihlâs yakışır.
Bu sofralarda insan da Ramazanlaşır. Ramazan, bu sofralarda mü’minleri kendine benzetir, kendine yaklaştırır.
Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasulallah…