Yedinci sınıf öğrencisi Büşra okumayı çok seven, her hafta elinde yeni bir kitapla çıkagelen ve okuduğu kitapları tavsiye ederek elime sıkıştıran bir kitap kurdu.
Hiç tökezlemeden, yorulmadan okuduğunu aktaran, paylaşmayı seven, görsel zekâsı kadar sözel zekâsı da çok gelişmiş bir ilim aşığı. Evet, o bir âşık; çünkü ona gösterdiğim ebru san’atını icra etmek üzere evine gidince suluboya ile çalışıyor ve ortaya harikulâde eserler çıkartıyor. Bana, çocuk zekâsı ve hayreti karşısında saygıyla ve şaşkınlıkla eğilmek kalıyor.
Sırasıyla öğrenciler ebru yaparken Büşra ile kitaplar üzerine hararetli bir sohbete başlıyoruz. Büşra, Türkçe öğretmeninin ona şöyle söylediğini aktarıyor fikrimi almak istercesine:
“Tanınmamış yazarları okumayın dedi öğretmenimiz.”
Bu söz ile sohbetimizin verdiği lezzet kayboluyor, yerini kekremsi bir tada bırakıyor ve bütün keyfim kaçıyor aniden. Öğretmenin, üstelik bir Türkçe öğretmeninin yazarlara ünlü, ünsüz yaklaşımı üzerinden ayrımcılık yapması öfkelendiriyor beni. İyi yazar olmanın popüler olmakla eş anlama geldiği ve bu düşüncenin öğrencilere benimsetildiği sınıf, okul ve faili öğretmen itici geliyor o lâhzada.
“Sen ne düşünüyorsun bu konuda?” diye soruyorum Büşra’ya.
İki öğretmen arasında kaldığını hisseden küçük yürek, ama hocamız öyle söyledi, ben değil, diyerek cevaplandırıyor sorumu.
“Ya bana tavsiye ettiğin kitaplar... Yazarlarını tanımıyorsun, oysa kitapları sevmiştin, öyle değil mi?” diyorum.
Bir başka öğrenci söze karışıyor, bir nevi beyin fırtınası yapıyoruz, derken konu dallandıkça budaklanıyor, başka mevzulara kayıyor. Ancak bir kere bir hüzün bulutu sarıp sarmaladı beni. Karamsarlığa kapılmam için yetti tek bir söz.
Okumaya, araştırmaya hevesli kişileri birey olarak kabul edip kendi fikirlerimizi dayatmasak, ne olur sanki? Yol göstereceğiz derken, yoldan çıkarmış olmayalım onları. Okumaktan insana ne zarar gelir sahi! Bırakın okusun. Yemek yer, su içer gibi okusun. Ve özgür bırakalım; okudukça neyin iyi, kötü; neyin doğru, yanlış olduğuna o karar versin. Zaten okumak, bu kabiliyeti verir insana; zamanla seçici olmayı, her söylenene inanmamayı, araştırmayı, sorgulamayı ve hakikate ulaşmayı.
Paul Sweeney’in bir sözü var ki, yürekten katılıyorum ona. Kitapları iyi ya da kötü olarak değerlendirmek bir yana, yazarları başarılı, başarısız gibi kalıplara sokmaktan öte akla uygun bir fikir sunmuş insanlığa. Ölçüyü bakın nasıl ve ne üzerinden vermiş:
“Son sayfasını okuyup bitirdiğinizde bir dostunuzu kaybettiyseniz okuduğunuzun gerçekten iyi bir kitap olduğuna inanabilirsiniz.”
Çok tanınmak, çok satmak kavramı ne zaman kitapların okunması için bir ölçü oldu, anlayamıyorum. Popülist kültür, kapitalist sistem diyeceksiniz. Ancak her şeye rağmen iyi bir okur olmanın yolu buralardan geçmiyor. Çağlara hitap eden, eskimez yazar Goethe bile, okumayı öğrenmenin en zor san’at olduğundan bahsediyor. Hayatının seksen yılını bu iş için harcadığını, fakat kendisinden hoşnut olmadığını ifade ederken bizim Türkçe öğretmenine ne oluyor?