Yeni Asya’nın sorularını cevaplandıran Prof. Dr. M. Ali Kirman, “Bütün dinler siyasetten saygı beklerler, yani din ve vicdan özgürlüğü talebinde bulunurlar. Özgürlüğün olmadığı bir sistemde, yani otoriter laiklik uygulamasının görüldüğü bir sistemde din kaçınılmaz olarak yeraltına çekilir ve siyasallaşır. Siyasal İslâmın yükselişini İslâmın yükselişinin bir parçası olarak görmek yanlıştır” dedi.
Türkiye’de yeni anayasa tartışmalarıyla birlikte Türklük, laiklik gibi konular tekrar masaya yatırılıyor. Uzun süredir kutuplaşmış bir toplum olan Türkiye’de laiklik sanki daha merkeze oturan bir tartışma meydana getiriyor. Biz de bu hafta Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Öğretim Üyelerinden, dinin toplumsal hayat üzerindeki etkisi üzerine araştırmalar yapan Prof. Dr. M. Ali Kirman’la konuştuk. Kirman, devletin ilâhî değil beşerî bir kurum olduğunun unutulmaması gerektiğini söylerken dinin devletten saygı beklediğine vurgu yapıyor. Ve anayasa da dinin yer almasının illa teokratik bir devlet anlamına gelmeyeceğini belirtiyor.
DİN, SİYASETTEN SAYGI BEKLER
Türkiye’de laiklik üzerine koparılan fırtınayı yorumluyorsunuz?
anlamakta gerçekte zorlanıyorum. Sosyoloji ve din sosyolojisi alanında yapılan araştırmaların ve kamuoyu yoklamalarının gösterdiği çok açık bir husus var: Türk toplumunun büyük çoğunluğu din ve vicdan özgürlüğünü, yani laikliği benimsemiştir. Söz gelimi Nilüfer Göle, laik geleneğin, Türkiye’de sivil ve askerî seçkinler arasında güçlü bir şekilde yerleşmiş, fakat aynı zamanda şehirli, eğitimli orta sınıflar tarafından da içselleştirilmiş ve kadın kuruluşları tarafından hassasiyetle savunulmuş olduğunu belirtir.
Aslında bu durum yeni değildir. Bugün Batı kökenli olduğu düşünülen demokrasi, barış, adalet, hoşgörü, din ve vicdan özgürlüğü gibi değerlerin Türk toplumunun tarihî geçmişinde kökleri çok derindir. Muhataplarına hiçbir baskı uygulanmaması konusunda çok titiz davranan bir din olan İslâmiyeti herhangi bir baskı ve zorlama olmaksızın kendi rızasıyla topluca kabul etmiş Türk milletinin geçmişi barış, adalet ve hoşgörü kavramlarıyla özetlenebilir. Ne var ki yakın tarihimizde yaşanan ve etkileri bugüne uzanan bazı talihsizlikleri de yok sayamayız. Batının gerisine düşmüş bir dünya devletini bir an önce ayağa kaldırmak için çözüm yollarının arandığı dönemde, sizin fırtına dediğiniz yoğun tartışmalar ve kutuplaşmalar yaşanmıştır ve halen etkileri devam etmektedir. Bu fırtınanın aslında laiklik perdesi altında yürütülen bir sosyal, ekonomik ve siyasî statü ve güç elde etme mücadelesinden ibaret olduğunu artık herkes biliyor ve görüyor. Bu, artık çok gizli bir sır değil. Fakat her şeye rağmen bu fırtınanın dineceğini, zaten bir takım emareler de görünmektedir, suyun mecrasını bulacağını söyleyebiliriz.
Bu tartışmanın bir ayağını da İslâmın siyasallaşması olarak
düşünmek mümkün mü?
Bu sorunuzu din ile siyaset ilişkisi ve dinin siyasallaşmasıyla ilgili genel bir sosyolojik çerçeve çizerek cevaplayalım. Din ve siyaset birer toplumsal kurumdur. Toplumsal kurumlar birbirleriyle karşılık ilişki halindedir; yani birbirlerinden yalıtılmış değildir. Din siyasetten, siyaset de dinden tamamen ayrı düşünülemez. Dinin siyaseti olur mu? Elbette olur. Bütün dinler siyasetten saygı beklerler, yani din ve vicdan özgürlüğü talebinde bulunurlar. Özgürlüğün olmadığı bir sistemde, yani otoriter laiklik uygulamasının görüldüğü bir sistemde din kaçınılmaz olarak yer altına çekilir ve siyasallaşır. Teokratik rejimlerde din zaten siyasallaşmıştır, yani siyasetin belirleyicisidir. Şu halde her din, uygun şartlarda siyasallaşma eğilimi gösterebilir. Söz gelimi Haçlı Seferleri Hristiyanlığın siyasallaşmasından başka nedir ki?
Siyasallaşma dinin istediği bir durum mudur?
Hemen belirtelim siyasallaşan din dinin kendisi değildir; sadece bir yorumudur; üstelik tepkisel olarak ortaya çıkmış marjinal ve çarpık bir yorumdur. Bu ifadeler siyasal İslâm için de geçerlidir. Bir dönem bazı insanlar bundan medet umdular; halen böyle düşünen ve giderek marjinalleşen bir kesimin varlığından da söz edilebilir. Tekrar edecek olursak, siyasal İslâmın yükselişini İslâmın yükselişinin bir parçası olarak görmek yanlıştır. Zira o, reaksiyoner bir yorum biçimidir ve dolayısıyla sosyal, kültürel, ekonomik şartlara bağlıdır, yani konjonktüreldir. Bir süre sonra ortadan kaybolur gider. Sosyolojik bir gerçek olarak şu hususun da altını çizelim: Bir din politize olduğu, siyasallaştığı ölçüde aslını kaybeder. Bunun için laiklik bir zorunluluk olarak ortaya çıkar. Hiç kuşkusuz dinin kendi alanına dönmesi onu daha da fonksiyonel kılar.
Laikliği hayat tarzı haline getirmek de bir kutuplaşma sebebi midir?
Az önce de belirttiğim gibi, bu bir etki-tepki hadisesidir. Türkiye’de bir kesim laikliği bir yaşam biçimi olarak algılamaktadır. Bir başka kesim de bu algılamaya aksülamel olarak tepkisel bir tarzda laikliğin din karşıtlığı olduğunu iddia etmektedir. Gerçekte laiklik, siyasî açıdan din ve devlet arasındaki ilişkiyi düzenlemenin bir aracı iken, toplumsal yönden de bir arada yaşamayı mümkün kılan bir ilke, bir modeldir. Zira belli bir din anlayışının toplumunun geneline dayatılmasının önüne geçerek toplumsal birlik ve bütünlük açısından son derece fonksiyoneldir. Ancak onun bir yaşam tarzı haline dönüştürülmesi, gerçek fonksiyonlarını yerine getirememesi sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
Doğrusu Türkiye’de laikliğin bir yaşam biçimi olarak algılanması, hatta mutlaklaştırarak topluma dayatılmaya çalışılması toplumun geniş kesimi tarafından kabul görmemekte ve dolayısıyla böyle bir yaklaşım marjinalleşmektedir. Öte yandan daha ziyade ahlâkî esaslara vurgu yapan İslâmı bir din olarak görmenin ve öyle algılamanın ötesine geçerek onun hayatın bütün alanlarını kuşattığı ve insana hareket (mübah) alanı bırakmadığını savunan ve bu anlayışı topluma dayatmaya kalkışan bir yaklaşım da aynı şekilde toplumun geniş kesimi tarafından kabul görmemektedir. Nitekim yapılan bilimsel araştırmalar, ‘laikçi’ (laisist) olarak adlandırılan aşırı ve otoriter laiklik yanlıları ile dinin (İslâm) bütün toplumsal kurumları/alanları kuşattığını düşünen ve ‘dinci’ (İslâmist) olarak adlandırılan kesimlerin toplumdaki oranlarının yüzde olarak tek basamaklı olduğunu ortaya koymuştur. Şu halde gerek laikliği ve gerekse İslâmı aslından farklı algılamak ve onlara aşırı yüklemelerde bulunmak, onların gerçek fonksiyonlarını yerine getirmesinin önündeki en önemli engellerdir. Bir diğer ifadeyle bu tür yaklaşımlar hem laikliğe hem de dine zarar vermektedir.
Din ve devletin fonksiyonel olarak birbirinden farklı görevler gördüğünü söylüyorsunuz. Dinin görevi nedir? Türkiye’de dinin devlet tarafından dışlanmasının sonuçları neler olmuştur?
Sosyolojik açıdan bakıldığında, din de devlet de insan hayatı için vazgeçilmez kurumlardır. Her iki kurum da insanların toplumsal ilişkileri üzerinde etkide bulunurlar. Devlet insanların bu dünya hayatı ile ilgili yasalar çıkarır ve düzenlemeler yapar. Hegel de devletin toplumsal hayatta pek çok şeyi belirleme yetkisinden söz eder. Aksi takdirde toplumsal hayat ve sosyal düzen ortadan kalkar, toplumda tamamen güce ve şiddete dayalı bir vahşet yaşanır. Hâsılı devlet aklın ve sosyolojik yaşamın bir gerçeğidir. Ancak devlet egemen değil, yöneten olmak durumundadır. Öte yandan bir toplumsal kurum olarak dini ele aldığımızda, devletten oldukça farklı fonksiyonlar gördüğünü söyleyebiliriz. Dinin daha ziyade öteki dünya ile ilgili ödül ve cezalarla ilgili olduğu düşünülürse de, bu dünyaya yönelik bir takım talep ve tavsiyeleri de söz konusu olabilmektedir. Belki bu noktada her dini aynı kategoride değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Kuşkusuz insanlar bir dine inanma, dinî inancının gereklerini yerine getirme ve hatta inancının tanıtımını yapma hakkına sahiptir. Ancak hiç bir hak sınırsız değildir. Bu yüzden devletin düzenleyici fonksiyonlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Şu halde sorun, din ile devletin arasındaki ilişkinin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği meselesidir.
Laiklik çoğu zaman din ile devletin ayrılması şeklinde tanımlanır. Bu tanım şu noktada bir belirsizlik içerir: Bu iki kurum birbiriyle hiç ilişki kurmayacak, birbirinden tamamen uzak mı duracak? Bu sorunun cevabı açıktır: Varlıkları toplumsal hayat açısından son derece elzem olan bu iki kurum, fonksiyonlarını icra ederken doğal olarak bir araya gelecek ve bazen çatışacak kimi zaman da birlikte hareket edecektir. Zira devlet toplumsal hayat için ne kadar kaçınılmaz ise, din de, Durkheim’ın belirttiği gibi, toplumsal düzen açısından vazgeçilmezdir. Siyasetçilere düşen görev din ile devlet arasındaki bu karmaşık/girift ilişkiyi iyi yönetebilmektir. Akademisyenlere ve aydınlara düşen sorumluluk ise siyasete yön göstermektir.
Türkiye’de din üzerinden fikir belirtmek neden hâlâ kötü bir durum
gibi algılanıyor?
Batılılaşma ve modernleşme sürecinde ithal kavramlar ve fikirlerle suni gündemler oluşturmamızla, yani kendimize uygun özgün kavramlar ve yöntemlerle tartışmalar yapmamamızla alâkalı bir soru bu. Ama aynı zamanda özgür ve demokratik bir tartışma zemini oluşturamamamızla da yakından alâkalı bir soru. Yönetici bürokratik elitler, dine sadece ilgisiz değil, aynı zamanda gericilik/ irtica gibi kavramlarla karşıt bir tavır içerisine girmiş, dindarı yok saymıştır. Dindar kesim de kendi aydınını yetiştirememiştir. Bugün bu sorun hâlâ devam etmekle birlikte özellikle 1980 sonrası Türkiye’de nisbeten üniversitelerin ve akademisyenlerin sayılarının artması; buna ilaveten okuyan, yazan, düşünen, entelektüel birikim sahibi olanların sayısının artması; kitle iletişim araçlarının özelleşmesi ve yaygınlaşması ve daha demokratik bir ortamın oluşmasıyla bu konuları daha rahat, daha özgür ele alabiliyor ve tartışabiliyoruz. Türk toplumunun istikbalinin açık ve aydınlık olduğunu düşünüyorum. Gelecekten ümitvârız.
Türkiye’de kendini laik olarak gören insanların misyoner çalışmalarını büyük tepkiler vermesini nasıl yorumluyorsunuz?
İnsanlar gündelik hayatlarında dine karşı çok çeşitli tavırlar sergileyebilirler. Bir kısmı kendilerini dine yakın (dindar), birileri dine ilgisiz veya çok ilgili değil (seküler), bir başka kesim de dini reddetme (ateist) şeklinde bir statüye yerleştirebilir. Ama hangi kategoride olursa olsun yetişmiş olduğu toplumun kültürünü bir şekilde, üstü örtük de olsa benimseyerek büyümüştür. Sosyoloji kitaplarında ilk sosyalleşmenin önemi üzerinde ısrarla durulur.
İki yıl önce Norveç’e gitmiştim. Oslo’da yolun ortasında kenarı çevrilmiş, giriş çıkış yapılmayan kapalı bir kilise görmüştüm. Öğrendim ki yerel yönetim tarafından yol çalışmaları nedeniyle bir kilisenin yıkılması gündeme geldiğinde halk tepki göstermiş. Yetkililer kiliseye devam edilmediğini, hatta üyesinin neredeyse hiç kalmadığını, hemen belirtelim Kuzey Avrupa ülkelerinde kiliselerin üye sayısı yüzdeleri tek basamaklarla ifade ediliyor, dolayısıyla fonksiyonunu tamamlamış olduğunu, tabir caizse zaten ölmüş olduğunu ve cenazesinin kaldırılması gerektiğini belirtmişler. Aldıkları cevap “Tamam kiliseye gitmiyoruz, üye de değiliz; ama yıkılmasını da istemiyoruz”. Şöyle bir fıkra anlatılır: Oruç tutmayan bir adamın karısına kendisini sahura kaldırmasını söylemesi üzerine karısı bunun sebebini sorduğunda adam “Sahura da kalkmayalım da iyice mi gâvur olalım” cevabı vermiş.
Sonuç olarak…
Din, fıtrî, yani yaratılıştan gelen bir duygudur, genetikçiler inanç genini bulduklarını söylüyorlar, öyle bir kalemde silip atılması, yok edilmesi veya yok sayılması mümkün değildir. İnsan ‘homo economicus’tur, ‘zoon politikon’dur, ama aynı zamanda ‘homo religious’dur. Yani insan ekonomik yönü olan, siyasî yönü olan, ama aynı zamanda dindar bir varlıktır. Dininin gereklerini yerine getirmiyor olsa da inancına yönelik tehditler karşısında savunma refleksleri gösterebilir.
Türkiye’de dinî öğretimin yeterince özgür olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye’de bir eğitim politikası olarak dinin öğretilmesinin her zaman sağlıklı bir zeminde yürüdüğünü söylemek zordur. Din öğretimi meselesi, laiklik tartışmaları çerçevesinde sıkça gündeme getirilen bir husustur.
Cumhuriyet döneminde bir süre dinin öğretilmesi ve dinî neşriyat, yayın yapılması Cumhuriyetin temel kanunları arasında değerlendirilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ruhuna tamamen aykırı bir biçimde engellenmiştir. Ancak burada bir tesbit yapmamız da gerekir: Din eğitimi alanında uzman olanların belirttiğine göre Türkiye’de dinin öğretilmesi noktasında bazı dalgalanmalar olmakla birlikte Kuran öğretimi hususunda herhangi bir kesintiden söz etmek oldukça zordur. Evet, Türkiye’de dinin öğretilmesi belli dönemlerde kesintiye uğramıştır, zaman zaman da baskı altına alınmak istenmiştir. Söz gelimi yakın dönemde Kur’ân kurslarına devamda yaş şartı, yüksek öğretime geçişte katsayı uygulaması ve İlahiyat Fakültelerinin kontenjanlarının düşürülmesi bunun açık bir örneğidir. Bunlar genel bir eğitim politikası içerisinde olmaması gereken aşırı durumlardır; patolojiktir. Cumhuriyetin kendi kurumlarına güvenmesi gerekir. Ama hemen belirtelim bugün söz konusu fakültelerin kontenjanlarında görülen ve bir nevi yakın dönemde yaşanan olumsuzluklara misilleme veya rövanş alma şeklinde anlaşılan anormal artışlar da aynı derece pedagojik açıdan büyük bir aşırılıktır ve rahatsızlık vericidir. Katsayı veya kontenjan meselesi maalesef bilimsel ve pedagojik esaslara göre değil de, ‘laikçi’ veya ‘dinci’ tabir edilen ideolojik bakış açılarına göre belirlenmekte ve uygulanmakta olduğunu düşündürmektedir. Oysa dinin öğretilmesi sosyolojik açıdan toplumda çok önemli fonksiyonlar yerine getirir. Ancak din öğretiminin bilimsel ve modern pedagojik esaslara dayanması gerekir. Aksi takdirde ezberci, şekilci ve otoriter bir din eğitimi ve öğretiminin sonucu bağnazlık, safsata ve hurafeler olur.
Modern hayatta dinin değerini kaybettiğiyle ilgili yorumlara katılıyor musunuz?
Bir yönüyle evet, ama değerinin daha çok anlaşılması da söz konusu olmuştur denebilir. Nitekim sosyolojik verilere göre modernleşmeyle birlikte dinin toplusal hayattaki öneminde ve etkinliğinde bir azalma görülmüştür. Klâsik sekülerleşme tezi bu gerçeğe vurgu yapar. Ancak son dinin toplumsal ve hatta hayatta daha fazla görünürlük elde ettiği de tesbit edilmiş ve de-sekülerleşme tartışmaları başlamıştır.
Şimdi bu söylediklerimizi biraz açacak olursak, modernleşmeyle birlikte yaşanan hızlı değişim sürecine kendini kaptıran insan maddî ve manevî yönden yorulmuş ve yıpranmıştır. Sunmuş olduğu bir takım cazip avantajların yanı sıra modern hayatın beraberinde getirdiği dayanılmaz bir takım stres, rekabet, koşturma, çatışma ve çekişmelerin insanları hem bedenen hem de zihnen yorgun düşürmüştür. Hız ile karakterize olan modern dönemde insan hayatı büyük bir koşuşturma ile geçmektedir. “Nasılsınız” sorusuna önceleri gülümsemeyle “İyiyim, teşekkür ederim. Ya siz?” cevabı verilirken, günümüzde ise bezgin bir şekilde “Çok yoğunum” cevabı alınmaktadır.
Yorulan bedenlerin ve zihinlerin ertesi güne daha dinç ve zinde başlayabilmek için yeni dinlenme ve huzur bulma yolları arayışına, daha felsefî anlamda “anlam arayışı”na girmesi kaçınılmaz olmuştur. Anlaşılan, bedenlerindeki yorgunluğu hafifletmek ve ruhlarındaki boşluğu gidermek için modern insan alternatif dinlenme ve huzur yolu arayışına yönelmiştir. Ancak modern insanın maneviyata ve huzura ilgisinin ed-dinü’l kayyim’e yani gerçek dine yönelik olmayıp, dinî bir takım unsurlar içeren kutsallıklara doğru olduğu bilinmektedir. Bir diğer ifadeyle ‘dinin dönüşü’nden ziyade ‘kutsalın dönüşü’nden söz edilmekte; din yerine ikame edilmeye çalışılan kutsallıklar da ‘alternatif kutsallıklar’, ‘terapi kültleri’, ‘modern ruhaniyetler’ ya da ‘seküler kutsallıklar’ olarak adlandırılmaktadır.
Bu değerlendirmelerden sonra son sözünüz ne olur?
Din konusunda her türlü aşırılıklardan uzak olunması, orta yolun izlenmesi gerekir. Çalışmadan, üretmeden ne din karşıtlığı ile ne de din fanatikliği ile büyük bir medeniyet tesis edebiliriz.
H. HÜSEYİN KEMAL