Ankara’ya yazdım ki, “Bin üç yüz elli senede, üç yüz elli
milyonun kudsî bir düsturuyla daimî ve kuvvetli bir âdet-i
İslâmiyeyi ders veren ve emreden tesettür ayetini eskide
bir zındığın kur’ân’ın bu ayetine itirazına ve medeniyetin
tenkidine karşı müdafaa için üç yüz elli bin tefsirin icma-
ına ve hükümlerine ittiba ederek o ayeti tefsir edip bin üç
yüz elli senede geçen ecdadımızın mesleğine iktida eden
bir adama, o tefsiri için verilen ceza ve mahkûmiyeti, dün-
yada adalet varsa, elbette o hükmü nakz edecek ve bu
acip lekeyi bu hükûmet-i İslâmiyedeki adliyeden silecek”
diye lâyiha-i tashihimde yazdım; oranın müddeiumumîsi-
ne gösterdim. ondan dehşet aldı, dedi: “Aman buna lü-
zum kalmadı. Cezanız az, hem pek az kaldı; bunu verme-
ye lüzum kalmadı.”
İşte bu numune gibi, size ve Ankara makamatına tak-
dim edilen itirazname ve müdafaanamemde böyle acip
çok numuneleri elbette anlamışsınız. Ben Afyon Mahke-
mesinden talep ve ümit ederim ki, bu milletin ve bu
vatanın menfaatine bir ordu kadar hizmeti ve bereketi bu-
lunan risale-i nur’un tam serbestiyetine karar vermeni-
zi, hakikat-i adalet namına sizden bekliyoruz. Yoksa, mü-
nasebetimle hapse giren beş-on adam arkadaşımın git-
mesiyle beraber size haber veriyorum ki; beni en büyük
cezaya çarpacak bir suç işleyip bu çeşit hayattan veda
edeceğime mecbur eden bir fikir kalbime gelmiş. Şöyle
ki:
“Hükûmet beni tam himaye ve bana yardım etmek,
milletin maslahatına ve vatanın menfaatine çok lüzumu
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli
ve dengeli oluş.
âdet-i İslâmiye:
İslâmî âdet, ge-
lenek ve kaideler.
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
ayet:
Kur’ân’ın her bir cümlesi.
bereket:
bolluk, bereket, gürlük.
daimî:
sürekli, devamlı.
dehşet:
büyük tehlike karşısında
korkma ve şaşırıp kalma.
düstur:
kanun, kural, esas, pren-
sip.
ecdat:
dedeler, büyük babalar,
atalar.
hakikat-i adalet:
adaletin esası,
aslı.
himaye:
koruma, muhafaza etme.
hüküm:
bir davanın veya bir me-
selenin tetkik edilmesinden sonra
varılan karar.
hükûmet-i İslamiye:
İslâm hükü-
meti.
icma:
fikir birliği etme, görüş birli-
ğine varma.
iktida:
tâbi olma, uyma.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
itirazname:
itiraz kâğıdı, itiraz di-
lekçesi.
ittiba:
tabi olma, uyma, itaat etme.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâyiha-i tashih:
düzeltme ya-
zısı.
mahkûmiyet:
hüküm giyme,
hükümlülük.
makamat:
makamlar.
maslahat:
uygun iş.
mecbur:
zorunda kalma.
medeniyet:
ilim, teknik, sanayi
ve ticaretin nimetlerinden ger-
çek anlamda yararlanarak, bol-
luk, güvenlik ve rahatlık içinde
yaşayış.
menfaat:
fayda.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.
müdafaa:
savunma.
müdafaaname:
müdafaa met-
ni, savunma mektubu, savun-
ma dilekçesi.
müddeiumumî:
savcı.
münasebet:
ilgi, alâka, yakın-
lık.
nakz:
yapılan sözleşmeyi yok
sayma, hükümsüz kılma.
nam:
ad, isim.
numune:
örnek.
serbestiyet:
serbestlik, rahat
ve serbest olma hâli.
takdim:
arz etme, sunma.
talep:
isteme, dileme, istek,
arzu.
tefsir:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
tenkit:
eleştirme.
tesettür:
gösterilmesi dinen
yasak olan kısımların örtül-
mesi.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması
konusunda beslenen his.
veda:
ayrılık, ayrılma, ayrılış.
zındık:
Allah’a ve ahirete inan-
mayan, Allah’ı inkâr eden,
imansız, münkir.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 610 | Şualar