olduklarına pek çok emarelerle şahadet ettikleri hâlde,
burada o masum ve teselliye ve adaletin iltifatına çok
muhtaç nur talebelerine karşı ihanetler ve gayet soğuk
hiddetli muameleler yapılıyor. Biz her musibete ve iha-
netlere karşı sabra ve tahammüle karar verdiğimizden,
sükût edip Allah’a havale ederek, “Belki bunda da bir ha-
yır var” dedik. Fakat evham yüzünden ve garazkârların
jurnalleriyle bu bîçare masumlara böyle muameleler, be-
lâların gelmesine bir vesile olacağından korktum, bunu
yazmaya mecbur oldum. zaten bu meselede bir kusur
varsa benimdir. Bu bîçareler, sırf imanları ve ahiretleri
için bana rıza-i İlâhî dairesinde yardım etmişler. pek çok
takdire müstahak iken, böyle muameleler, hatta kışı dahi
hiddete getirdi.
Hem medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet
vehmini tekrar ileri sürüyorlar. Hâlbuki, üç mahkeme bu
ciheti tetkik edip beraat vermekle beraber, mabeynimiz-
de böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet, hiçbir
emare, mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamış-
lar. Yalnız bir muallimin talebeleri ve dârülfünun şakirtle-
ri ve kur’ân dersini veren hafızın hıfza çalışanları gibi, ri-
sale-i nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara
cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün es-
naf ve mekteplilere ve vaizlere siyasî cemiyet nazarıyla
bakmak gerektir. Bunun için, ben böyle asılsız ve mana-
sız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye
lüzum görmüyorum.
Şualar | 607 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
mecbur:
zorunda kalma.
medar-ı hayret:
hayret sebebi,
hayrete sevk eden.
medar-ı ittiham:
suçlanma sebe-
bi.
mektep:
eski dönemde ilk ve orta
tahsilin yapıldığı eğitim kurumu.
mesele:
önemli konu.
muallim:
ders veren, öğretmen.
muamele:
davranış, birbiri ile iş
görme.
musibet:
felâket, belâ.
müstahak:
hak eden, hak etmiş.
nam:
ad, isim.
nazar:
bakış, dikkat.
rıza-i İlâhî:
Allah’ın rızası, hoşnut-
luğu.
sabır:
dayanma, katlanma, zor-
luklara dayanma gücü.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
şakirt:
talebe, öğrenci.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete ait.
sükût:
susma, sessiz kalma.
tahammül:
zora dayanma, kötü
ve güç durumlara karşı koyabilme,
katlanma.
takdir:
kıymet verme, beğenme.
talebe:
istekliler, talep edenler.
teselli:
avunma.
tetkik:
dikkatle araştırma, incele-
me.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete ait,
ahiret âlemiyle ilgili.
vaiz:
vaaz eden, ibadet yerlerinde
dinin emir ve yasaklarını anlatarak
nasihat eden din görevlisi.
vehim:
sebepsiz korku, belirsiz ve
manasız korku.
vesile:
aracı, vasıta.
zabıta:
şehir güvenliğini sağlamakla
vazifeli bulunan idare, polis.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra başlayıp ebediyen devam
edecek olan ikinci hayat.
belâ:
musibet, sıkıntı.
beraat:
temize çıkma; bir da-
vanın neticesinde suçsuz ol-
duğu anlaşılma.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cihet:
yön.
dârülfünun:
üniversite.
ehl-i vukuf:
bir mesele hak-
kında bilgi ve yetki sahibi olan-
lar, hâkimler.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
esnaf:
bir sanatla veya dük-
kâncılıkla geçinen (kimse.
evham:
vehimler, zanlar, kuş-
kular, esassız şeyler, kuruntu-
lar.
garazkâr:
haset eden, kin gü-
den.
gayet:
son derece.
hafız:
Kur’ân-ı Kerîm’i tama-
men ezberleyen ve okuyan
kimse.
havale:
bir şeyi başkasının üs-
tüne bırakma.
hiddet:
öfke, kızgınlık.
hıfz:
Kur’ân’ı ezberleme.
ihanet:
hainlik, kötülük etme,
arkadan vurma.
iltifat:
güzel sözler söyleyerek
birini samimî olarak okşama.
iman:
inanç, itikat.
ittiham:
suç altında bulunma,
töhmetli olma, töhmet altında
olma.
jurnal:
ihbar.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
mabeyn:
ara.
mahkeme:
dava, duruşma.
masum:
suçsuz, günahsız, saf,
temiz.