ve kendini nefsi itibarıyla talebelerinden çok aşağı bilen
ve onlardan daima himmet ve dua bekleyen ve kendi nef-
sini çok bîçare ve ehemmiyetsiz itikat eden bir adam hak-
kında bazı halis kardeşleri, risale-i nur’dan aldıkları fev-
kalâde kuvve-i imaniyeye mukabil onun tercümanı olan
o bîçareye –tercümanlık münasebetiyle– nurların bazı fa-
ziletlerini hususî mektuplarında ona isnat etmeleri ve hiç-
bir siyaset hatırlarına gelmeyerek, âdete binaen, insanlar
sevdiği adî bir adama da, “sultanımsın, velinimetimsin”
demeleri nev’inden yüksek makam vermeleri ve haddin-
den bin derece ziyade hüsnüzan etmeleri ve eskiden beri
üstat ve talebeler mabeyninde cari ve itiraz edilmeyen
makbul bir âdet ile teşekkür manasında pek fazla methü-
sena etmeleri ve eskiden beri makbul kitapların ahirlerin-
de mübalâğa ile methiyeler ve takrizler yazılmasına bina-
en, hiçbir cihetle suç sayılabilir mi? gerçi mübalâğa itiba-
rıyla hakikate bir cihette muhaliftir; fakat, kimsesiz, garip
ve düşmanları pek çok ve onun yardımcılarını kaçıracak
çok esbap varken, insafsız çok muterizlere karşı sırf yar-
dımcılarının kuvve-i maneviyelerini takviye etmek ve kaç-
maktan kurtarmak ve mübalâğalı methedenlerin şevkle-
rini kırmamak için onların bir kısım medihlerini nurlara
çevirip, bütün bütün reddetmediği hâlde, onun bu yaşta
ve kabir kapısındaki hizmet-i imaniyesini dünya cihetine
çevirmeye çalışan bazı resmî memurların ne derece hak-
tan, kanundan, insaftan uzak düştükleri anlaşılır.
âdet:
görenek, usul, alışkanlık.
adî:
sıradan.
ahir:
son.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
binaen:
-den dolayı, bu sebep-
ten.
cari:
cereyan eden, akan, işleyen.
cihet:
yön.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
esbap:
sebepler, vasıtalar.
fazilet:
değer, meziyet, iman ve
irfan itibarıyla olan yüksek dere-
ce.
fevkalâde:
olağanüstü.
şevk:
şiddetli arzu, aşırı istek ve
heves.
garip:
kimsesiz, zavallı.
gerçi:
öyle ise de, her ne kadar.
hak:
doğruluk.
hakikat:
gerçek.
halis:
samimî, her amelini yalnız
Allah rızası için işleyen.
himmet:
yardım, ihsan, lütuf.
hizmet-i imaniye:
imana ait hiz-
met, iman ve Kur’ân hakikatlerinin
ikna edici ve ilmî delillerle anlaşıl-
masına hizmet etme.
hüsnüzan:
bir kimsenin veya bir
hâdisenin iyiliği hakkındaki vicdanî
ve iyi kanaat.
hususî:
özel.
isnat:
dayanma, dayandırma.
itibar:
değer.
itikat:
kesin inanma, iman.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
kabir:
mezar.
kanun:
yasa.
kuvve-i imaniye:
iman kuv-
veti.
kuvve-i manevîye:
manevî
güç, moral.
mabeyn:
ara.
makam:
yer, mevki.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli,
reddedilmeyen.
medih:
övmek.
methiye:
birini övmek mak-
sadıyla yazılmış eser; kaside.
methüsena:
methedip övmek.
mübalâğa:
bir işi, bir şeyi çok
büyütme, abartma.
muhalif:
zıt, karşıt.
mukabil:
karşılık.
münasebet:
vesile, alâka, bağ.
muteriz:
itiraz eden, karşı çı-
kan, itirazcı.
nefis:
kişinin kendisi, iyiliğe
de kötülüğe de meyli olan
duygu.
nevi:
çeşit, tür.
red:
kabul etmeme.
resmî:
devlet adına olan.
siyaset:
politika.
takriz:
övme yazısı, bir eser
hakkında yazılan ve eserin ba-
şına konulan övgü yazısı.
takviye:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma, teyit ve tasdik
etme.
talebe:
öğrenci.
teşekkür:
yapılan bir iyilik kar-
şısında minnet, memnuniyet
ve şükür ifade etme, şükret-
me.
tercüman:
çeşitli hâl, durum,
maksat veya duyguları ifade
etme vasıtası.
üstat:
bir ilim ve sanatta üstün
olan kimse, öğretmen.
velinimet:
nimeti veren, ni-
mete sebep olan.
ziyade:
çok, fazla.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 620 | Şualar