evet, büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve mil-
let ve din namına mükellef olduğum büyük bir vazifeyi
dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat nok-
tasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana
bir özür teşkil edemediğine şimdi bu Afyon hapsinde ka-
naatim geldi. nur Şakirtlerinin halis ve sırf uhrevî, nurla-
ra ve tercümanına karşı alâkalarına, dünyevî ve siyasî ce-
miyet namını verip onları mes’ul etmeye çalışanların ne
kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç
mahkemenin o cihette beraat vermesiyle beraber deriz
ki:
Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin, hususan millet-i İslâ-
miyenin üssülesası, akrabalar içinde samimâne muhab-
bet ve kabile ve taifeler içinde alâkadarâne irtibat ve İs-
lâmiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı manevî
muavenetkârâne bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milliyetine
karşı fedakârâne bir alâka ve hayat-ı ebediyesini kurta-
ran kur’ân hakikatlerine ve naşirlerine sarsılmaz bir ra-
bıta ve iltizam ve bağlılık gibi, hayat-ı içtimaiyeyi esasıy-
la temin eden bu rabıtaları inkâr etmekle ve şimaldeki
dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milleti
mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karabet
ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve ha-
yat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl teh-
likeyi kabul etmekle ancak nur Şakirtlerine medar-ı
mes'uliyet cemiyet namını verebilir. onun için, hakikî
nur Şakirtleri çekinmeyerek, kur’ân hakikatlerine karşı
kudsî alâkalarını ve uhrevî kardeşlerine karşı sarsılmaz
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli
ve dengeli oluş.
alâka:
ilgi, ilişki, yakınlık. bağ.
alâkadarâne:
ilgilenerek, alâka
göstererek.
anarşist:
hiçbir düzen ve otorite
tanımayan, karışıklık ve bozgun-
culuktan yana olan, ondan fayda
uman kimse.
beraat:
temize çıkma; bir davanın
neticesinde suçsuz olduğu anla-
şılma.
cemiyet:
topluluk, birlik.
cihet:
yön.
cins:
boy, soy, kavim, kabile.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dünyevî:
dünyaya ait.
fedakârâne:
fedakârca, fedakâr-
lıkla.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şimal:
kuzeyde yer alan bölgeler.
hakikat:
gerçek, asıl, esas.
hakikî:
gerçek.
halis:
samimî, her amelini yalnız
Allah rızası için işleyen.
hayat-ı ebediye:
ebedî ve sonsuz
hayat, ahiret hayatı.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal hayat,
toplum hayatı.
hayat-ı içtimaiye-i insaniye:
in-
sanın sosyal hayatı, insanların oluş-
turdukları cemiyet (toplum) hâlinde
yaşama hayatı.
hususan:
bilhassa, özellikle.
iltizam:
birinin tarafını tutma, ta-
raftarlık yapma, tarafgirlik.
inkâr:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, kabul ve tasdik etme-
me.
irtibat:
bir şeye bağlı olma, bağ-
lanma.
irtibat:
ilgi, ilgili olma, bir şeye
bağlı olama.
izale:
yok etme, ortadan kaldır-
ma.
izhar:
ortaya koyma, açığa çıkarma,
gösterme.
kızıl tehlike:
komünizm, dinsizlik
tehlikesi.
kabile:
birlikte yaşayan ve bir sü-
laleden gelen insanlar.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
karabet:
yakınlık, hısımlık, akra-
balık.
kudsî:
mukaddes, yüce.
kusur:
eksiklik, özür, suç, ka-
bahat.
mahv:
yok etme, ortadan kal-
dırma, bitme.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
medeniyet-i beşeriye:
insan-
lığın medeniyeti.
mes’ul:
sorumlu, yükümlü.
millet-i İslâmiye:
İslâm mille-
ti.
muhabbet:
sevgi, sevme.
mükellef:
sorumlu ve yükümlü
olan, bir şeyi yapmaya mecbur
olan, vazifeli.
mü’min:
iman eden, inanan.
muvakkattarâne:
geçici bir
şekilde, geçici olarak.
naşir:
eser neşreden, yayınla-
yan.
nam:
ad, isim.
nesil:
soy, zürriyet.
özür:
bir kusur veya suçun
hoş görülmesini gerektiren se-
bep, elde olmadan yapılan bir
suçun bağışlanması için ileri
sürülen bahane.
rabıta:
münasebet, alâka, bağ.
samimâne:
samimî bir şekilde,
gönülden gelen bir tavırla.
siyasî:
siyasetle ilgili, siyasete
ait.
taife:
kavim, kabile.
teşkil:
oluşturma, şekillendir-
me.
temin:
sağlama.
tercüman:
tercüme eden, çe-
viren.
uhrevî:
ahirete dair, ahirete
ait, ahiret âlemiyle ilgili.
uhuvvet:
kardeşlik, din kar-
deşliği.
üssülesas:
hakikî sağlam te-
mel.
vazife:
görev.
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
| 626 | Şualar