evet, hiçbir zaman, bu zeminde, bu zaman kadar böy-
le bir ihtiyac-ı şedit olmamış gibidir. Çünkü, tehlike ha-
riçten şiddetle gelmiş. Şahsımın bu ihtiyaca karşı gelme-
diğini itiraf edip ilân ettiğim hâlde, yine şahsımın mezi-
yetinden değil, belki şiddet-i ihtiyaçtan ve zahiren, başka-
lar, çok görünmemesinden, şahsımı o ihtiyaca bir çare
zannediyorlar. Hâlbuki ben de çoktan beri buna taaccüp
ve hayretle bakıyordum. Ve hiçbir cihetle lâyık olmadığım
hâlde, dehşetli kusurlarımla beraber ve bu teveccüh-i am-
menin hikmetini şimdi bildim. Hikmeti de şudur:
risale-i nur’un hakikati ve şakirtlerinin şahs-ı manevî-
si, bu zaman ve zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü ken-
dine çevirmiş. Benim şahsımı, hizmet itibarıyla binden
bir hissesi ancak bulunduğu hâlde, o harika hakikatin ve
o halis muhlis şahsiyetin bir mümessili zannedip, o te-
veccühü gösteriyorlar. gerçi bu teveccüh hem bana za-
rar, hem ağır geliyor. Hem de hakkım olmadığı hâlde
hakikat-i nuriyenin ve şahsiyet-i maneviyesinin hesabına
sükût edip o manevî zararlara razı oluyorum. Hatta
İmam-ı Ali radıyallahü Anh ve gavs-ı Azam (
ks
) gibi ba-
zı evliyanın ilham-ı İlâhî ile bu zamanımızda kur’ân-ı Ha-
kîm’in mu’cize-i maneviyesinin bir âyinesi olan risale-i
nur’un hakikatine ve halis talebelerinin şahs-ı manevîsi-
ne işaret-i gaybiye ile haber verdikleri içinde benim
ehemmiyetsiz şahsımı o hakikate hizmetim cihetiyle na-
zara almışlar. Ben hata etmişim ki, onların şahsıma ait
bir parçacık iltifatlarını, bazı yerde tevil edip risale-i
nur’a çevirmemişim. Bu hatamın sebebi de, zaafiyetim
Şualar | 635 |
o
n
d
ördÜncÜ
Ş
ua
birini samimî olarak okşama.
itibar:
değer.
itiraf:
başkalarının bilmediği gizli
bir kusurunu söyleme, kendisi için
iyi sayılmayacak bir hâli gizlemeyip
söyleme.
Kur’ân-ı Hakîm:
her ayet ve su-
resinde sayısız hikmet ve faydalar
bulunan Kur’ân.
kusur:
eksiklik, özür, suç, kaba-
hat.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
meziyet:
bir şeyi başkalarından
ayıran vasıf, üstünlük ve değerlilik
vasfı.
mu’cize-i manevîye:
tesiri manevî
olan mu’cize.
muhlis:
ihlâslı, samimî, dostluğu
halis, her hâli içten ve gönülden
olan.
mümessil:
temsil eden, temsilci.
nazar:
dikkat.
radıyallahü anh:
Sahabe veya İs-
lâm büyüklerinin adı geçtiğinde
söylenilen “Allah ondan razı olsun”
manasında dua. Tek erkek için
söylenir.
razı:
rıza gösteren, kabul eden.
sükût:
susma, sessiz kalma.
taaccüp:
şaşma, hayret etme, şa-
şakalma.
talebe:
öğrenci.
teveccüh:
yönelme, sevgi, ilgi.
teveccüh-i amme:
genel teveccüh,
umumun, herkesin, halkın yöne-
lişi.
tevil:
sözün ilk bakışta beliren an-
lamını değil de, ihtimal dâhilinde
bulunan diğer anlamlarını alarak
yorumlama veya muhtemel ma-
nalarından birini tercih etme.
zaafiyet:
zayıflık, güçsüzlük, der-
mansızlık.
zahiren:
görünüşte.
zemin:
yeryüzü.
âyine:
ayna.
cihet:
yön.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
evliya:
velîler, Allah dostları.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs;
belli bir şahıs olmayıp, kendi-
sine bir şahıs gibi muamele
edilen şirket, cemaat, cemiyet
gibi ortaklıklar; belli bir kişi ol-
mayıp bir cemaatten meydana
gelen manevî şahıs.
şahsiyet:
kişilik.
şahsiyet-i maneviye:
manevî
şahsiyet, manevî kişilik.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şiddet-i ihtiyaç:
ihtiyacın, muh-
taç olmanın şiddeti, ihtiyacın
çok fazla olması.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı.
gerçi:
öyle ise de, her ne ka-
dar.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-i Nuriye:
Risale-i
Nur’un aslı, esası, gerçeğı.
halis:
samimî, her amelini yal-
nız Allah rızası için işleyen.
hariç:
dışarı.
harika:
olağanüstü.
hikmet:
gizli sebep, gaye.
hisse:
pay, nasip.
işaret-i gaybiye:
gaypla ilgili
işaret; Hz. Peygamber, müçtehit
imamlar tarafından gayba ait
verilen haberler, işaret yolu
ile yapılan açıklamalar.
ihtiyac-ı şedit:
çok şiddetli ih-
tiyaç, şiddetli muhtaç oluş.
ilân:
yayma, duyurma, bildir-
me.
ilham-ı İlâhî:
Allah tarafından
kalbe indirilen ilham.
iltifat:
güzel sözler söyleyerek