dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır.
Ve böyle faydaları ve neti-
celeri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i şaha-
dette, zîruh ise ruhunu ve hadsiz hafızalarda ve sair el-
vah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumların-
da ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir
nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaypta ve daire-i esma-
da âyinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp, mes-
rurâne terhis manasında bir zahirî mevt ile bir zeval per-
desi altına girer; yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahi-
yetinde gördüm; “oh, elhamdülillâh!” dedim.
evet, kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde
göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve
çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan
bu cemaller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza ettiği çok
çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki
vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor. Çünkü,
böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında böyle dehşetli
bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. eğer bulunsa, o
hakikatli cemal, hakikatsiz, asılsız, vahi ve vehmî olur. de-
mek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır;
hükmü muhal, mümtenidir. Bu mezkûr hissî olan haki-
kat-i imaniye, tafsilâtla ve kat’î bürhanlar ile
Siracün-
nur
’un müteaddit risalelerinde beyan edildiğinden, bura-
da bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
ji
âlem-i gayp:
gayp âlemi, görün-
meyen, fakat varlığı kesin olan ve
mahiyeti Allah tarafından bilinen
başka dünyalar.
âlem-i şahadet:
gözle gördüğü-
müz, şahit olduğumuz âlem, kâ-
inat.
âyinedarlık:
aynalık yapma, gös-
terme.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak için
kullanılan kesin delil.
cemal:
güzellik, Cenab-ı Hakkın
lütuf ve ihsanı ile tecellisi.
daire-i esma:
isimler dairesi, Ce-
nab-ı Hakkın isimlerinin tecelli et-
tiği daire.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
dünyevî:
dünyaya ait.
elhamdülillâh:
Allah’a hamd ol-
sun, hamd Allah’a aittir.
elvah-ı mahfuza:
korunmuş, mu-
hafaza edilmiş levhalar.
evvel:
önce.
faide:
fayda.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-i imaniye:
imana ait olan
gerçek.
haşin:
kırıcı, kalp kırıcı, sert, katı.
hissî:
hisle ilgili, hisse ait, duygu-
ya ait.
hüküm:
verilen karar.
hüviyet:
benlik, kimlik.
iktifa etme:
yeterli bulma, kâfi
görme, yetinme.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
kemal:
olgunluk, mükemmel-
lik, kusursuz, tam ve eksiksiz
olma.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası,
neden ibaret olduğu.
menfur:
kendisinden nefret
edilen, sevilmeyen, iğrenç.
mesrurâne:
sevinçli bir şekil-
de, sevinerek, memnun ola-
rak.
mevhum:
hakikatte olmayan,
vehim ve hayal ürünü olan.
mevt:
ölüm.
mezkûr:
zikredilen, adı geçen,
anılan.
muhal:
imkânsız.
mümteni:
imkânsız, olamaz.
müstakbel:
gelecek.
müteaddit:
çeşitli.
nevi:
çeşit, tür.
nihayet:
son derece.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
sair:
diğer, başka, öteki.
tabakat:
tabakalar.
tafsilât:
tafsiller, açıklamalar,
izahlar.
terhis:
izin verme, serbest bı-
rakma.
ulvî:
yüksek, yüce.
umum:
bütün.
vâhî:
boş, faydasız, zararsız,
ehemmiyetsiz şey.
vazife-i fıtrat:
fıtrat vazifesi,
yaratılış vazifesi.
vaziyet:
durum.
vehmî:
vehimle ilgili, aslında
var olmadığı hâlde varmış gi-
bi görülen her hangi bir şeye
ait.
zahirî:
görünürde.
zîruh:
ruh sahibi, ruhlu, canlı,
hayattar.
i
kinci
Ş
ua
| 30 | Şualar