kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhas-
sa zîhayat mahlûkatın, hususan küçücük zîhayatların kı-
sa bir zamanda görünüp derakap kaybolmaları ve daimî
bir faaliyet-i müthişe içinde mevt ve zeval levhaları bana
çok hazin görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni
ağlatıyordu. o güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe
kalbim acıyordu. “of, yazık! Ah, yazık!” diyerek bu
“ah”ların, “of”ların altında derinden derine bir vaveylâ-i
ruhî hissediyordum. Ve bu akıbete uğrayan hayat ise,
ölümden beter bir azap gördüm. Hem, nebatat ve hay-
vanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sa-
natta olan zîhayatların bir dakikada gözünü açıp bu sey-
rangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu
hâli temaşa ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamak ile
şekva etmek istiyor, “neden geliyorlar, hiç durmadan gi-
diyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soru-
yor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edi-
len bu masnucuklar, gözümüz önünde bu kadar ihtimam
ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıy-
mettar bir surette icat edildikten sonra, gayet ehemmi-
yetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına
atılmalarını gördükçe, kemalâta meftun ve güzelliklere
müptelâ ve kıymettar şeylere âşık olan bütün lâtifelerim
ve duygularım feryat edip bağırıyorlardı ki: “neden bun-
lara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş dön-
dürücü deverandaki fenâ ve zeval, nereden gelip bu bî-
çarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin
dış yüzünde bulunan elim keyfiyetleriyle kadere karşı
akıbet:
sonuç, netice.
âşık:
bir şeye tutkun, çok aşırı se-
ven, şiddetli muhabbet besleyen.
beter:
daha fena, daha kötü.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
bilhassa:
özellikle.
cihazat:
cihazlar, kendilerine ihti-
yaç duyulan maddî manevî alet-
ler.
derakap:
hemen, derhal, akabin-
de.
deveran:
dönme, dönüp dolaş-
ma.
elim:
çok dert ve keder veren,
çok acı verici, acıklı.
faaliyet-i müthişe:
müthiş işler,
faaliyetler, ürkütücü işler.
felek:
talih, baht, kader.
fenâ:
yok olma, ölümlülük, geçi-
cilik.
feryat:
yardım istemek için yük-
sek sesle bağırma, çağırma.
gayet:
son derece.
hayvanat:
hayvanlar.
hazin:
hüzünlü, acıklı.
icat:
vücuda getirilme, yoktan var
edilme.
idam edilme:
yok olma.
ihtimam:
dikkat ve özen göster-
me.
kafile kafile:
sıra sıra, takım ta-
kım.
kemalât:
faziletler, kemaller, ol-
gunluklar, mükemmellikler.
keyfiyet:
bir şeyin nasıl olduğu,
durum, iç yüz.
kıymettar:
kıymetli, değerli.
lâtife:
kalbe bağlı hassas bir duy-
gu.
levha:
manzara, görünüş.
mahvolma:
yok olma, ortadan
kalkma, batma.
masnu:
sanatla yapılmış eş-
ya, varlık.
meftun:
tutkun, müptelâ, aşı-
rı bağlanmış.
merhamet etmek:
acımak,
şefkat etmek, korumak, esir-
gemek.
mevt:
ölüm.
mukadderat-ı hayatiye:
ka-
der kalemiyle yazılmış haya-
tın programı; kader, alın yazı-
sı.
musallat:
çok rahatsızlık ve-
ren, aşırı derecede sataşan.
müptelâ:
tutkun, bir şeye düş-
kün ve tutulmuş olan.
nebatat:
bitkiler.
rikkat:
merhamet, acıma, baş-
kalarının düştüğü durumdan
dolayı müteessir olma hasle-
ti.
seyrangâh-ı kâinat:
kâinatın
seyir ve temaşa yer.
sure:
Kur’ân-ı Kerîm’in ayrıldı-
ğı 114 bölümden her biri.
suret:
biçim, tarz.
şekva etme:
şikâyet etme,
yakınma, memnuniyetsizliği-
ni bildirme.
şirk:
Allah’a ortak koşma, Al-
lah’tan başka yaratıcının bu-
lunduğuna inanma.
tedbir:
idare etme, çekip çe-
virme.
temaşa:
hayretle ve dikkatle
bakıp seyretme.
vaveylâ-i ruhî:
ruh çığlığı, ru-
hun vaveylâsı, ruhun feryadı.
vefat:
ölüm.
zeval:
sona erme, yok olma,
ölme.
zeval:
sona erme, yok olma,
ölme.
zîhayat:
hayat sahibi.
zulüm:
haksızlık.
i
kinci
Ş
ua
| 28 | Şualar