Aynen öyle de, rahman-ı zülcemal’in geniş rahmeti
dahi, ziya gibi, umum eşyayı ihatası o rahman’ın vahi-
diyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği
gibi, her şeyde, hususan her bir zîhayatta ve bilhassa in-
sanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında, o rah-
man’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zatiye-
si bulunarak, her ferde bütün kâinata baktıracak ve mü-
nasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi da-
hi o rahman’ın ehadiyetini ve her şeyin yanında hâzır
ve her şeyin her şeyini yapan o olduğunu ispat eder.
evet, nasıl ki o rahman, o rahmetin vahidiyetiyle ve
ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde ce-
lâlinin haşmetini gösteriyor; öyle de, ehadiyetin cilvesiy-
le, her bir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin
numunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın alât ve ciha-
zatına geçirip tanzim ederek, mecmu-i kâinatı parçalan-
madan o tek ferde bir cihette aynı hanesi gibi verdirme-
siyle dahi, cemalinin hususî şefkatini ilân eder ve insan-
da enva-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ her bir çekirdeğin-
de o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan zat,
elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mi-
zanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirde-
ği ondan sağar, toplar, tecessüm ettirir. Ve o tek kavu-
nun tek ve vahit ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği
yapamaz ve yapması muhaldir.
alât:
aletler, vasıtalar, aygıtlar.
bilhassa:
özellikle.
celâl:
nihayet derecede büyük-
lük, azamet, ululuk.
cemal:
güzellik.
cemiyet-i hayatiye:
bir hayat tü-
rünün her şeyle ve her nevi ile
alâkalı ve irtibatlı oluşu.
cemiyetli:
bir çok şeyi bir arada
bulunduran, pek çok özellikleri içi-
ne alan, kapsamlı.
cihazat:
cihazlar, kendilerine ih-
tiyaç duyulan maddî manevî alet-
ler.
cihet:
yön.
cilve-i zatiye:
zatının, aynının gö-
rüntüsü, zata ait cilve.
ekser:
pek çok.
enva-ı ihsanat:
iyiliklerin çeşit-
leri, bağışların türleri.
haşmet:
ihtişam, heybet, bü-
yüklük.
hâzır:
huzurda olan, göz önün-
de olan, hazır.
hikmet:
İlâhî gaye, yüksek bil-
gi.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hususî:
özel.
ilân:
yayma, duyurma.
ilim:
bilme, bilgi.
kanun:
yasa.
mahsus:
bir şeye veya kişiye
has olan.
mecmu:
toplam, tüm.
mecmu-i kâinat:
kâinatın bü-
tünü.
meselâ:
örneğin.
mizan:
ölçü.
muhal:
imkânsız.
münasebettar:
ilgili, alâkalı,
bir şeye uygun ve yakın olan.
nevi:
çeşit, tür.
numune:
örnek.
rahman:
sonsuz merhamet
sahibi ve şefkatle bütün var-
lıkları rızıklandıran Allah.
rahman-ı Zülcemal:
her tür-
lü güzellik sahibi olan, mer-
hametli ve şefkatli; Allah.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
şerik:
ortak.
tanzim:
düzenleme, sıralama,
tertipleme.
tecessüm:
cisimleşme, cisim
hâline gelme.
temerküz:
merkezleşme, bir
merkezde toplanma.
zat:
azamet ve ululuk sahibi
olan.
zemin:
yeryüzü.
zîhayat:
hayat sahibi.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 280 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar