sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve
onun fabrikası olan kâinat ağacının ve onun tezgâhı olan
mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Ma-
lik-i zülcelâl’i ve Hâlık-ı zülcemal’i olacak; başka olamaz.
demek, her bir meyve öyle bir mühr-i vahdettir ki,
onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kita-
bının kâtibini ve sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve
meyveler adedince vahdaniyet fermanının mühürlendiği-
ne işaret eder.
risaletü’n-nur, ism-i rahîm ve ism-i Hakîm’in mazha-
rı olduğundan, bu “
rahîmiyet
” hakikatinin çok lem’aları-
nı ve çok sırlarını, risaletü’n-nur çok eczalarında beyan
ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazine-
den hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa
edildi.
İşte, bizim seyyah diyor ki: elhamdülillâh, her yerde
aradığım ve her şeyden sorduğum Hâlık’ımın ve Maliki-
min vücub-i vücuduna ve vahdetine şahadet eden otuz
üç hakikati gördüm ve dinledim. Her bir hakikat, güneş
gibi parlak, karanlık bırakmaz, dağ gibi kuvvetli ve sarsıl-
maz. Ve her biri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şa-
hadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zahir delâlet
eder. Ve sair erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat
etmekle beraber, mecmu hakikatlerin icmaı ve ittifakı,
imanımızı taklitten tahkike ve tahkikten ilmelyakine ve
Şualar
Y
edinci
Ş
ua
| 289 |
AYETÜ’L-KÜBRA
yüklük sahibi olan, her şeyin ma-
liki Allah.
mazhar:
bir şeyin çıktığı yer, zu-
hur ettiği, göründüğü yer.
mecmu:
toplam, tüm.
mühr-i vahdet:
vahdet mührü,
birlik mührü; ayrı ayrı bütün mah-
lûkatta tek bir yaratıcıya ve onun
birliğine işaret eden özellik, Al-
lah’ın birliğini gösteren işaretler,
alâmetler.
müsaade:
elverişli, uygun olma
durumu.
rahîmiyet:
merhamet edicilik.
sair:
diğer, başka, öteki.
sekene-i arz:
arzın sakinleri, yer-
yüzünde bulunanlar, mahlûkat.
seyyah:
gezgin, yolcu.
sır:
gizli hakikat.
şahadet:
şahit olma, şahitlik, ta-
nıklık.
tahakkuk:
gerçekleşme, meyda-
na gelme, olma.
tahkik:
doğru olup olmadığını araş-
tırmak, inandığı şeylerin aslını, esa-
sını bilerek inanma.
terbiyegâh:
terbiye yeri, terbiye
etme yeri.
tezgâh:
üretim âleti, üretim yeri.
vahdet:
birlik ve teklik.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli ol-
mak, olmaması imkânsız olmak,
varlığı zarurî ve vacip olmak.
vücut:
var olma, varlık.
zahir:
açık, aşikâr.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
cihet:
yön, sebep, vesile.
delâlet:
delil olma, gösterme.
ecza:
cüz’ler, parçalar, kısım-
lar.
elhamdülillâh:
Allah’a şükür.
erkân-ı imaniye:
imana ait
esaslar.
ferman:
emir, buyruk.
gayet:
son derece.
hakikat:
gerçek, esas.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
Hâlık-ı Zülcemal:
sonsuz gü-
zellik sahibi yaratıcı, Allah.
havale:
bir şeyi başkasının üs-
tüne bırakma.
hazine:
zengin ve değerli kay-
nak.
icma:
fikir birliği etme.
ihata:
kuşatma, içine alma.
iktifa:
yeterli bulma, kâfi gör-
me, var olanla yetinme.
ilmelyakin:
ilim yoluyla kesin
olarak bilme.
iman:
inanma, itikat.
ism-i Hakîm:
Hakîm ismi; Ce-
nab-ı Hakkın hikmetle, fayda-
ları takip ederek iş gören ma-
nasındaki ismi.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
ittifak:
birleşme, fikir birliği
etme.
kâinat:
yaratılmış olan şeyle-
rin tamamı, bütün âlemler,
varlıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kâtip:
yazan, yazıcı.
lem’a:
parıltı.
malik:
sahip.
Malik-i Zülcelâl:
Sonsuz bü-