Buradaki mana-i işarî ve medlûl-i mecazîlere karinele-
rin en güzeli ve lâtifi, aynı tertibi muhafaza ile verilen isim-
lerin münasebetidir. Meselâ, yirmi dokuz, otuz ve otuz bir
ve otuz iki mertebe-i tadatta Yirmi dokuz ve otuz ve otuz
Bir ve otuz İkinci sözlere gayet münasip isimlerle ve baş-
ta sözlerin başı olan Birinci söze, aynı besmele sırrıyla
ve ahirde şimdilik risalelerin ahirine, mahiyetini gösterir
lâyık birer isim vererek işaret etmesi gerçi gizli ise de, fa-
kat çok güzeldir ve letafetlidir.
Ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazha-
rı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fa-
kat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir
ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe’nindendir ve âde-
tidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki, risale-i nur’u senadan
maksadım, kur’ân’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini
teyit ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı rahîm’ime yüz binler
şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin
ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i em-
mareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. kabir
kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fânî dünyaya
riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli
bir hasarettir. İşte bu hâlet-i ruhiye ile yalnız hakaik-ı ima-
niyenin tercümanı olan risale-i nur’un doğru ve hak ol-
duğuna lâtif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
âdet:
kanun.
ahir:
son.
arzu:
bir şeye karşı duyulan istek,
heves.
azamet:
büyüklük.
besmele:
Bismillâhirrahmânirra-
hîm (Rahman ve Rahim olan Al-
lah’ın adıyla.) cümlesinin adı.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
ehemmiyetsiz:
önemsiz.
fânî:
ölümlü, geçici.
gayet:
son derece.
gerçi:
öyle ise de, her ne kadar.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakaik-ı imaniye:
imana ait ha-
kikatler, imanî gerçekler.
hakikat:
gerçek, esas.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh hâli,
psikolojik durum, insanın manevî
hâli, iç durumu.
Hâlık-ı rahîm:
sonsuz merhamet
ve şefkat sahibi yaratıcı, Allah.
halk:
yaratma, yaratış.
hamakat:
ahmaklık, beyinsizlik,
budalalık, bönlük, anlayışsızlık.
hasaret:
hasar, zarar, ziyan.
iman:
inanç, itikat.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
kabir:
mezar.
karine:
işaret, ipucu, iz, delil.
kasem:
yemin, and.
kudret-i İlâhiye:
Allah’ın kudreti,
Allah’ın kudretiyle yaptığı işler, fi-
iller, tasarruflar.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
kusur:
eksiklik, özür, suç, kaba-
hat.
latîf:
güzel, hoş.
lâyık:
uygun, yakışır, münasip.
letafet:
latiflik, hoşluk, incelik.
liyakat:
layık olma, ehliyet.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ta-
biatı, niteliği.
makam:
yer, mevki.
makbul:
kabul edilmiş, geçer-
li.
maksat:
gaye.
mana-yı işarî:
yazı ve işaret-
lerle ifade edilen mana.
mazhar:
bir şeyin çıktığı yer,
zuhur ettiği, göründüğü yer.
medlûl-i mecazî:
mecaz yo-
luyla delil getirmek.
mertebe-i tadat:
sayı merte-
besi.
meselâ:
örneğin.
muhafaza:
koruma.
münasebet:
ilgi, ilişki; müna-
siplik, uygun olma.
münasip:
uygun.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
nefs-i emmare:
insanı kötü-
lüğe sürükleyen nefis, insana
kötü ve günah olan işlerin ya-
pılmasını emreden nefis.
neşir:
yayma, yayım.
riyakârane:
riyakâr olana ya-
kışır şekilde, riyakârca, riya-
kârlıkla, ikiyüzlülükle.
rükn:
bir şeyi meydana geti-
ren unsurlardan her biri, esas.
senâ:
methetme, övme.
sır:
gizli hakikat, bir şeyin dik-
kat ve tecrübe ile anlaşılan en
ince yanı.
şe’n:
iş, durum, özellik, yapı.
şükür:
Allah’ın nimetlerine
karşı memnunluk gösterme,
gerek dil ile gerekse hal ile Al-
lah’ı hamd etme.
temîn:
güvenlik, emniyet his-
si verme, şüphe ve korkuyu
giderme.
tertip:
sıra, dize, düzen.
teyit:
kuvvetlendirme, sağ-
lamlaştırma; doğru çıkarma.
vecih:
cihet, yön.
S
ekizinci
Ş
ua
| 1150 | Şualar