bir ağacı halk etmek, kudret-i İlâhiyenin şe’nindendir ve
âdetidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki, Risale-i Nur’u senadan
maksadım, Kur’ân’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini
teyit ve ispat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîm’ime yüz binler
şükrolsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin
ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş. Ve o nefs-i em-
mareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir
kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fânî dünyaya
riyakârâne bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli
bir hasarettir. İşte bu hâlet-i ruhiye ile yalnız hakaik-ı ima-
niyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak ol-
duğuna lâtif bir münasebet söyleyeceğim. Şöyle ki:
Celcelûtiye
, Süryanîce “bedî” demektir. Ve bedî ma-
nasındadır. İbareleri bedî olan Risale-i Nur,
Celcelûti-
ye’
de mühim bir mevki tutup, ekser yerlerinde tereşşu-
hatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi ve-
rilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liya-
katim olmadığı hâlde, bana verilen “Bediüzzaman” lâka-
bı benim değildi. Belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi
idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takıl-
mış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş.
Demek, Süryanîce bedî manasında ve kasidede tekerrü-
rüne binaen kasideye verilen
Celcelûtiye
ismi, işarî bir
tarzda bid’at zamanında çıkan
bediülbeyan
ve
bediüzza-
man
olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem
isim noktalarıyla bedîliğine münasebettarlığını ihsas et-
mesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu
ibare:
metin, cümle veya bir kaç
cümleden oluşan söz grubu.
ihsas:
hissetirme, sezdirme.
iman:
inanç, itikat.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
işarî:
bir kelimenin açık manasına
bağlı olarak ikinci ve üçüncü dere-
cede işaret yolu ile yapılan açıkla-
ma.
kasem:
yemin, and.
kaside:
övgü maksadıyla yazılmış
şiir ve bu şiirin nazım şekli.
kudret-i İlâhiye:
Allah’ın kudreti,
Allah’ın kudretiyle yaptığı işler, fiil-
ler, tasarruflar.
lâkap:
ünvan.
lâtif:
yumuşak, tatlı, hoş.
liyakat:
layık olma, ehliyet.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mevki:
yer, makam.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
münasebettar:
ilgili, alâkalı.
nefs:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah işlerin yapılmasını emreden
nefis.
neşir:
yayma,yayım, herkese du-
yurma.
nokta:
yön, cihet.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
riyakârane:
riyakarca, iki yüzlü-
lükle.
rükn:
esas, kaide, prensip.
senâ:
methetme, övme.
Süryanî:
Suriye ve Türkiye’nin gü-
ney doğusunda yaşayan, Sami ır-
kından bir Hıristiyan topluluğu.
şe’n:
iş, durum, özellik, yapı.
tarz:
biçim, şekil.
tekerrür:
tekrarlanma.
temîn:
sağlamlaştırma, sağlama.
tereşşuhat:
damlamalar, sızıntılar.
teyit:
kuvvetlendirme, sağlamlaş-
tırma; doğru çıkarma.
zahir:
açık, görünür.
âdet:
kanun.
ariyeten:
iğreti olarak, ema-
neten, ödünç.
azamet:
büyüklük.
bedî:
eşsiz güzel.
bediülbeyan:
beyanın, ifade-
nin benzersiz güzelliği, ifade-
nin çok güzel oluşu.
Bediüzzaman:
zamanın, çağın
eşsiz güzelliği.
bid’at:
dinin aslında olmayıp
sonradan icat edilen şeyler,
yeni âdet.
binaen:
-den dolayı, bu se-
bepten.
Celcelûtiye:
Peygamberimiz
Resul-i Ekrem’in (asm) dersle-
rine istinaden, aslı cifir ve eb-
cet hesabı ile alâkalı olarak Hz.
Ali (ra) tarafından telif edilen
Süryanice bir kasidedir.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
ekser:
pek çok.
emaneten:
emanet yoluyla,
emanet olarak.
fânî:
ölümlü, geçici.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikî:
gerçek.
hâlet-i ruhiye:
insanın ruh hâ-
li, psikolojik durum, insanın
manevî hâli, iç durumu.
Hâlık-ı Rahîm:
sonsuz merha-
met ve şefkat sahibi yaratıcı,
Allah.
halk:
yaratma, yoktan var et-
me.
hamakat:
ahmaksızlık, beyin-
sizlik, budalalık.
hasaret:
hasar, zarar, ziyan.
iade:
geri verme.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 195 |
S
EKİZİNCİ
Ş
UA