ve ortalarında,
(1)
r
ân
?n
érf
G n
?p
H o
º«/
?n
M Én
j m
ºr
?p
Y p
QGn
ôr
°Sn
Ép
H
@
Ék
àn
eGn
ôn
c p
?n
Ón
÷r
G Gn
P Én
j »/
ær
ëp
ær
eGn
h
ve ahirde,
(2)
r
ân
©u
ªo
L p
?p
F n
BÓn
îr
?p
d m
?ƒo
?o
Y t
ô°p
Sn
h @ m
ós
ªn
fio
u
ºn
Y o
ør
HGn
h x
?p
?n
Y o
?Én
?n
e
bir hazine-i ulûm olarak gösteriyor. Hâlbuki, zahirinde
yalnız bir münacattır. Hatta İmam-ı Ali’nin (
RA
) hakikat-
feşan sair kasideleri ve ilmî başka münacatları gibi, es-
rar-ı ilmiye ile tam münasebeti görünmüyor. Benim hu-
susî kanaatim şudur ki:
Celcelûtiye
madem Risale-i Nur’u içine almış ve si-
nesine basıp manevî velet gibi kabul etmiş; elbette
r
ân
©u
ªo
L p
?p
F n
BÓn
îr
?p
d m
?ƒo
?o
Y t
öp
Sn
h
fıkrasıyla, kendi hazinesinin bir kı-
sım pırlantalarını ahirzamanda neşreden Risale-i Nur’u
şahit gösterip
Celcelûtiye’
yi bir hazine-i ulûm ve bir defi-
ne-i ilmiyedir diye bihakkın methüsena edebilir.
•
Üçüncüsü
: Malûmdur ki, bazen gayet küçük bir ema-
re, bazı şerait dâhilinde gayet kuvvetli bir delil hükmüne
geçer, yakin derecesinde kanaat verir. Bana böyle kana-
at veren çok misallerinden yalnız sabık beyan ettiğim bir
tek misal bana kâfi geliyor. Şöyle ki:
Hazret-i İmam-ı Ali (
RA
)
p
Qƒt
ædG o
êGn
ôp
°S o
OÉn
?o
J
fıkrasıyla Risa-
le-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslarıy-
la ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Sürya-
nîce isimleri tadat ederek münacat eder. Otuz iki veya
nesi.
hususî:
özel.
hükmüne:
yerine, değerine.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
kâfî:
yeter, elverir.
kanaat:
inanma, görüş, fikir.
kaside:
övgü maksadıyla yazılmış
şiir ve bu şiirin nazım şekli.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ta-
biatı, niteliği.
malûm:
bilinen, bilinir olan.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
meth ü sena:
methedip övme.
misal:
örnek.
münacat:
Allah’a dua etme, yal-
varma, Onun manevî huzurunda
tazarru ve niyazda bulunma.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
neşr:
herkese duyurma, yayma,
tamim.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
sabık:
geçmiş.
sâir:
diğer, başka, öteki.
sîne:
göğüs.
Süryanî:
Suriye ve Türkiye’nin gü-
ney doğusunda yaşayan, Sami ır-
kından bir Hıristiyan topluluğu.
şerait:
şartlar.
tadat:
sayma.
vazife:
görev.
velet:
çocuk.
yakîn:
kesin bilme, şüpheden sıy-
rılarak son derece doğru ve kuv-
vetli bilme.
zahir:
açık, görünür.
ahirzaman:
dünyanın son za-
manı ve son devresi, dünya
hayatının kıyamete yakın son
devresi.
ahir:
son.
beyan:
açıklama, bildirme,
izah.
bihakkın:
tamamıyla, hakkıy-
la.
Celcelûtiye:
Peygamberimiz
Resul-i Ekrem’in (asm) dersle-
rine istinaden, aslı cifir ve eb-
cet hesabı ile alâkalı olarak Hz.
Ali (ra) tarafından telif edilen
Süryanice bir kasidedir.
dâhil:
içeri, iç.
define-i ilmiye:
ilim hazinesi.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, burhan.
emare:
alâmet, belirti, nişan.
esrar-ı ilmiye:
ilmî sırlar, gizli
hakikatler.
fıkra:
kısım, bölüm.
gayet:
son derece.
hakikatfeşan:
gerçekleri sa-
çan, hakikat serpen.
hazine-i ulûm:
ilimler hazi-
1.
Ey Halîm olan Allah’ım! Senin yardımınla açıklığa kavuşan bir ilmin sırlarıyla bana bir kerem
lütfet, ey Celâl Sahibi!
2.
Bu Hazret-i Muhammed’in amcası oğlu Ali’nin sözleri ve insanlar için, toplanmış ilimlerin
sırrıdır.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 199 |
S
EKİZİNCİ
Ş
UA