kesbetmiş ki, Kur’ân ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş. Ve
Hazret-i İmam-ı Ali (
RA
) üç kerametle ona beşaret vermiş.
Ve Gavs-ı Azam (
RA
) kerametkârâne ondan haber verip
tercümanını teşci etmiş.
Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın isti-
nat kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş oldu-
ğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hü-
cumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı
tahkikî lâzımdır ki, dayanabilsin. Risale-i Nur, bu vazifeyi
en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakit-
te, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-ı Kur’âniye ve
imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli bür-
hanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan halis ve
sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehir-
lerde, hizmet-i imaniye itibarıyla, âdeta birer gizli kutup
gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak,
bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri hâl-
de kuvve-i maneviye-i itikatları cesur birer zabit gibi, kuv-
ve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere
manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.
İkinci Sual:
Keramet izhar edilmezse daha evlâ oldu-
ğu hâlde, neden sen ilân edersin?
E l cevap
: Bu, bana ait bir keramet değildir. Belki,
Kur’ân’ın i’caz-ı manevîsinden tereşşuh ederek has bir
tefsirinden keramet suretinde bizlere ve ehl-i imana bir
ikram-ı Rabbanî ve in’am-ı İlâhîdir. Elbette mu’cize-i
Kur’âniye ve onun lem’aları izhar edilir. Ve nimet ise,
iman-ı tahkikî:
tahkikî iman, ima-
na dair bütün meseleleri inceleyip
delil ve bürhan ile inanma.
in’am-ı İlâhî:
Cenab-ı Hakk’ın ni-
metlendirmesi.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
istinat:
dayanak.
itikat:
inanç, iman.
izhar:
gösterme, açığa vurma.
kal’a:
büyük hisar.
karye:
köy.
keramet:
ermişçesine yapılan iş,
hareket veya söylenen söz, fikir.
kerametkârane:
kerametli bir şe-
kilde, keramet gösterircesine.
kesb:
kazanma.
kutup:
evliyalar içerisinde zama-
nın en büyük mürşidi olan.
kuvve-i manevîye:
manevî güç,
moral.
kuvve-i maneviye-i itikad:
inan-
cın verdiği manevî güç ve moral.
lem’a:
parıltı.
manen:
mana bakımından, mana-
ca.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
mu’cize-i Kur’âniye:
Kur’ân’a ait
mu’cize.
mukavemet:
karşı koyma, dayan-
ma, direnme.
mü’min:
iman eden, inanan.
nazik:
narin, ince; dikkat gerekti-
ren, önemli.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
nokta-i istinat:
dayanak noktası,
güvenme ve itimat noktası.
sadık:
doğru, gerçek; sözünde,
vaadinde, işinde doğru olan.
sual:
soru.
suret:
biçim, şekil, tarz.
şakirt:
talebe, öğrenci.
taklidî:
taklitle yapılan.
tarz:
biçim, şekil.
tefsîr:
Kur’ân’ın mana bakımından
izahı, açıklaması.
tereşşuh:
sızma, sızıntı yapma.
teşci:
cesaret verme, cesaretlen-
dirme.
vazife:
görev.
zabit:
subay.
âdeta:
sanki.
asr:
yüzyıl.
beşaret:
müjde.
bürhan:
bir şeyi ispatlamak
için kullanılan kesin delil.
cemaat:
topluluk, aralarında
çeşitli bağlar bulunan insanlar
topluluğu.
dalâlet:
iman ve İslâmiyet’ten
ayrılmak, azmak.
dehşet:
büyük tehlike karşı-
sında korkma ve şaşırıp kal-
ma.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri.
elcevap:
cevap olarak.
evlâ:
daha uygun, daha lâyık,
daha iyi.
Gavs-ı Azam:
en büyük gavs,
Abdülkadir-i Geylânî Hazretle-
rinin namı.
gayet:
son derece.
hakaik-ı imaniye:
imana ait
hakikatler, imanî gerçekler.
hakaik-ı Kur’âniye:
Kur’ân ait
olan ve ondan gelen gerçekler.
halis:
samimî, her amelini yal-
nız Allah rızası için işleyen.
hâs:
hususî, mahsus, özel.
hizmet-i imaniye:
iman ve
Kur’an hakikatlerinin ikna edi-
ci ve ilmî delillerle anlaşılması-
na hizmet etme.
hücûm:
saldırma.
i’caz-ı manevî:
manen mu’ci-
ze oluş.
ikram-ı Rabbanî:
bütün var-
lıkları terbiye ve idare eden Al-
lah’ın ikramı, ihsanı ve şeref-
lendirmesi.
ilân:
yayma, duyurma, bildir-
me.
iltifat:
ilgi gösterme, yüzünü
çevirip bakma.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 197 |
S
EKİZİNCİ
Ş
UA