Sikke-i Tasdik-i Gaybi - page 188

kelimelerin manasını tam bilmediğimden ve nüshalarda
ihtilâf bulunduğundan, her birisinin vech-i işaretini ve mü-
nasebetini şimdilik bilmediğimden bırakıyorum.
El hâs ı l
: Hazret-i İmam-ı Ali (
RA
) bir defa
(1)
»/
Ñn
cr
ƒn
c r
óp
bn
G
fıkrasıyla ahirzamanda Risale-i Nur’u dua ile Allah’tan ni-
yaz eder, ister ve bidayette on iki risaleden ibaret bulun-
duğundan, yalnız on iki risalesine işaret ediyor. İkinci de-
fada
(2)
p
Qƒt
ædG o
êGn
ôp
°S o
OÉn
?`o
J
fıkrasıyla daha sarih bir surette Ri-
sale-i Nur’u methüsena ile göstererek tekemmülüne işa-
reten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem’aları remzen
haber verir.
Hem On İki Söz namı ile çok intişar eden o küçücük
risaleler bu fıkradaki kelimeler gibi birbirine ismen ve su-
reten benzedikleri gibi, “bedî” manasında olan
Celcelûti-
ye
kelimesine mutabık olarak her biri gayet bedî bir tarz-
da, güzel bir temsille, büyük ve derin bir hakikat-i Kur’âni-
yeyi tefsir ve ispat eder.
Eğer bir muannit tarafından denilse, “Hazret-i İmam-ı
Ali (
RA
) bu umum mecazî manaları irade etmemiş.”
Biz de deriz ki: Faraza Hazret-i İmam-ı Ali (
RA
) irade
etmezse, fakat kelâm delâlet eder. Ve karinelerin kuvve-
tiyle işarî ve zımnî delâletle manaları içine dâhil eder.
ahirzaman:
dünyanın son zamanı
ve son devresi, dünya hayatının
kıyamete yakın son devresi.
bedî:
eşsiz güzel.
bidayet:
başlangıç.
Celcelûtiye:
Peygamberimiz Re-
sul-i Ekrem’in (asm) derslerine isti-
naden, aslı cifir ve ebcet hesabı ile
alâkalı olarak Hz. Ali (ra) tarafından
telif edilen Süryanice bir kasidedir.
dâhil:
girme, içinde olma.
delâlet:
delil olma, gösterme; ala-
met, işaret.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
elhâsıl:
hasılı, netice itibariyle, kı-
saca.
faraza:
farz edelim ki, öyle saya-
lım ki, söz gelişi.
fıkra:
kısım, bölüm.
gayet:
son derece.
gerçi:
her ne kadar.
hakikat-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın ha-
kikatı, Kur’ân’ın ifade ettiği gerçek.
ibaret:
meydana gelen, oluşan.
ihtilâf:
farklı oluş, iki şeyi arasında-
ki ayrılıklar.
intişar:
yayılma, yaygınlaşma,
neşrolunma.
irade:
dileme, isteme, bir şeyi ya-
pıp yapmama konusunda için olan
iktidar, güç.
ismen:
isim olarak, adını, ismini
söyleyerek, yalnız isimle.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
işareten:
işaret ederek, belirterek.
işarî:
bir kelimenin açık manasına
bağlı olarak ikinci ve üçüncü dere-
cede işaret yolu ile yapılan açıkla-
ma.
karine:
işaret, ipucu, iz, delil.
kelâm:
söz, lafız.
mecazî:
mecaza ait, gerçek olma-
yan.
meth ü sena:
methedip övme.
muannit:
inatçı, ayak direyen.
mutabık:
uygun.
mutemet:
itimat edilir, güvenilir.
münasebet:
ilgi, ilişki, bağ.
nam:
ad.
niyaz:
Allah’a yalvarma ve ya-
karma.
nüsha:
birbirinin aynı olan su-
retlerin her biri.
remzen:
remiz ile, işaret ede-
rek, işaretle.
Risale-i Nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin eser-
lerinin adı.
sahih:
doğru, kusursuz, tam,
sağlam.
sarih:
açık, âşikar.
suret:
biçim, şekil, tarz.
sureten:
suret olarak, görünüş
itibariyle.
Süryanî:
Suriye ve Türkiye’nin
güney doğusunda yaşayan,
Sami ırkından bir Hıristiyan
topluluğu.
şerh:
açık ve ayrıntılı anlatma.
tarz:
biçim, şekil.
tefsîr:
Kur’ân’ın mana bakı-
mından izahı, açıklaması.
tekemmül:
olgunlaşma, ke-
male erme, mükemmelleşme.
temsil:
benzetme, misal getir-
me.
umum:
umumî, genel olma,
herkese ait olma.
vech-i işaret:
işaret yönü.
zımnî:
üstü kapalı, dolayısıyla
anlatılan.
1.
Yıldızımı parlat.
2.
Nurun kandili tutuşturulur.
S
EKİZİNCİ
Ş
UA
| 188 | SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ
1...,178,179,180,181,182,183,184,185,186,187 189,190,191,192,193,194,195,196,197,198,...560
Powered by FlippingBook