gayet azîm olduğundan, zü’l-acaip olan “kaf”ı istiap
edebilir. Fakat eyyam-ı İlâhiye ile beş yüz sene bizim kü-
reden uzak olmakla beraber, mevc-i mekfuf olan sema-
ya temas etmek imkân-ı aklîden hariç değildir. zira
“kaf” sema gibi şeffaf ve gayr-i mer’î olmak caizdir.
• Ve rabian: neden caiz olmasın ki, “kaf” daire-i
ufuktan tecelli eden silsile-i azamdan ibaret ola? nasıl uf-
kun ismi de “kaf”a me’haz olabilir. zira, devair-i müte-
dahile gibi, nereye bakılırsa, silsilelerden bir daire görü-
lür. gide gide nazar kalır, hayale teslim eder. en nihayet
hayal ise, selâsil-i cibalden bir daire-i muhiti tahayyül
eder ki, semanın etrafına temas ediyor. küreviyet sırrıy-
la, beş yüz sene de uzak olursa, yine muttasıl görünür.
®
azîm:
büyük.
caiz:
mümkün, olur, olabilir.
daire-i muhit:
ihata eden, kuşa-
tan daire.
daire-i ufuk:
görüş alanı, ufuk
dairesi.
devair-i mütedahile:
iç içe daire-
ler.
eyyam-ı ‹lâhiye:
Allah’ın günleri.
gayr-ı mer’i:
görünür olmayan,
görünmeyen.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 94 | MuhakeMat
hariç:
bir şeyin dışında kal-
ma.
ibaret:
meydana gelen, olu-
şan.
imkân-ı aklî:
aklen mümkün
bilinen, aklen mümkün olma.
istiap:
içine alma, içine sı€dır-
ma, kapsama.
küre:
dünya, yeryüzü.
küreviyet:
yuvarlaklık, küre
gibi oluş.
mehaz:
menba, bir şeyin aslı-
nın alındı€ı kaymak.
mevc-i mekfuf:
toplanmış
dalga.
muttasıl:
bitişik.
nazar:
bakış.
nihayet:
en sonunda.
rabian:
dördüncü olarak.
selâsil-i cibal:
sıra da€lar.
sema:
gökyüzü, gök.
sır:
gizli hakikat.
silsile:
zincir.
silsile-i azam:
en büyük silsi-
le.
şeffaf:
saydam.
tahayyül:
hayale getirme,
hayalinde canlandırma.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
zü’l-acaip:
hayret veren, ken-
disinde şaşılacak haller bulu-
nan.