ey Birader! eğer sen zannettiğim adamlardansan, acib
hülyaların âlem-i hayalden başka bir yer bulamadığından,
bir kıymeti yoktur; tâ kalbe girebilsin. sen de inanmıyor-
sun, nefsini kandıramıyorsun; fakat sapmışsın. eğer o ha-
yalâta açık ve hakikate kapalı olan kalbinizde pek çok de-
fa mütehayyilenizden daha küçük olan küre-i Arz yerleş-
mez ise, tevsi-i zihin için nazarın ufkunu genişlettir. Bir
meclis hükmünde geçinen Arz’ın sakinlerini gör, sual et.
zira, ev sahibi evini bilir. onlar umumen müşahede ve
tevatür ile bir lisanla sana söyleyecekler: “Yâhu! Bizim
beşiğimiz ve feza-i âlemde şimendiferimiz olan küremiz o
kadar divane değildir; ecram-ı ulviyede carî olan kaide ve
kanun-i İlâhîden şüzuz ve serkeşlik etsin.” Hem de, delâ-
il-i mücesseme-i musattaha olarak haritaları ibraz edecek-
tir.
iŞarET
Nizam-ı hilkat-i âlem denilen şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye,
Mevlevî gibi cezbe tutan meczup ve misafir olan küre-i
Arz’a, Güneş’e iktida eden safbeste yıldızların safında du-
rup itaat etmesini farz ve vacip kılmıştır. Zira, zemin se-
ma ile beraber
(1)
n
Ú/
©p
FBÉn
W Én
ær
«n
Jn
G
demişlerdir. Taat ise, cema-
at ile daha efdal ve daha ahsendir.
Elhasıl
: Sâni-i Âlem, Arz’ı istediği gibi ve hikmeti iktiza
ettiği gibi yaratmıştır. Sizin, ey ehl-i hayal, teşehhi ile is-
tediğiniz gibi yaratmamıştır, akıllarınızı kâinata mühendis
etmemiştir!
MuhakeMat | 85 |
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
hikmet:
‹lahî gaye, yüksek bilgi,
fayda.
hükmünde:
de€erinde, yerinde.
hülya:
hayal.
ibraz:
meydana çıkarma, ortaya
koyma, gösterme.
iktida:
tabi olma, uyma.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu kıl-
ma.
itaat:
söz dinleme, boyun e€me,
emre uygun hareket etme.
kaide:
kural, esas, düstur.
kanun-i ‹lâhî:
‹lâhî irade, ‹lâhî ka-
nun.
kıymet:
de€er.
küre:
dünya, yeryüzü.
küre-i arz:
yer küre, Dünya.
lisan:
dil.
meclis:
topluluk, heyet.
meczup:
cezbeye tutulmuş, ‹lâhî
aşkla aklî dengesi de€işmiş kim-
se, divane.
Mevlevî:
Mevlevîlik tarikatine
mensup kimse.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
mütehayyile:
hayal kurma mer-
kezi.
nazar:
bakış.
nizam-ı hilkat-i âlem:
âlemin ya-
ratılışındaki nizam, düzen.
safbeste:
saf ba€lamış, sıra sıra
dizilmiş.
sakin:
bir yerde oturan.
Sâni-i Âlem:
dünyayı sanatla ya-
ratan Allah.
serkeş:
baş kaldıran, itaat etme-
yen, muhalif.
sual:
sorma.
şeriat-ı fıtriye-i ‹lahiye:
Cenab-ı
Hakk’ın bütün kainatı kuşatan
yaratılış kanunları.
şimendifer:
tren.
şüzuz:
kurala uymayanlar, kural
dışı kalanlar, kaide dışı olanlar.
taat:
itaat etme, Allah’ın emirleri-
ni yerine getirip yasaklarından
kaçınma.
teşehhi:
yapmacık istekler, arzu-
lar.
tevatür:
içinde yalan ihtimali bu-
lunmayan ve birbirlerine kuvvet
veren haberlerden oluşan büyük
bir toplulu€a ait haber.
tevsi-i zihin:
zihnin genişlemesi;
anlama kabiliyetinin yükselmesi.
umumen:
umumî olarak, bütün
olarak.
vacip:
dinî bakımdan yapılması
şart olan, kesinlik bakımından
farzdan sonra gelen.
zemin:
yeryüzü.
zevç:
eş.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
ahsen:
daha (en) güzel.
âlem-i hayal:
hayal âlemi,
hayal dünyası.
arz:
yer, Dünya.
birader:
kardeş.
cari:
cereyan eden, akan, işle-
yen.
cemaat:
bir mezhebe veya
bir dine ba€lı olanların oluş-
turdu€u topluluk, hey’et.
cezbe:
Allah’ı hatırlayıp Allah
sevgisi ile kendinden geçer
hâle gelme, manevî hâl, vecd
hâli.
delâil-i mücesseme-i musat-
taha:
cisimleşmiş yatay delil-
ler.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
ecram-ı ulviye:
yüksekteki
kütleler, yıldızlar ve gezegen-
ler.
efdâl:
daha faziletli, daha üs-
tün.
ehl-i hayal:
hayal ehli.
elhasıl:
hasılı, netice itibariy-
le, kısaca.
farz:
kesin yapılması gerekli
olan; ‹slâmiyette kesin olarak
yapılması gereken emir.
feza-i âlem:
âlemin fezası,
uzay.
hakikat:
gerçek, do€ruluk;
görülen bir şeyin aslı, esası.
hayalât:
hayaller, hülyalar.
1.
İsteyerek emrine uyduk. (Fussilet Suresi: 11.)