lekeleri temizlemek ve o elmas gibi hakikatlerine saykal
vurmak idi. Bu mesleğime tarih-i hayatım pek çok vuku-
atıyla şahadet eder. Bununla beraber, bugünlerde küre-
viyet-i Arz gibi bedihî bir meseleyi zikrettim. o meseleye
temas eden mesail-i diniyeyi tatbik ve tevfik ederek düş-
manların itirazatını ve muhibb-i dinin vesveselerini de-
feyledim. nasıl ki Mesailde mufassalan gelecektir.
sonra, gulyabani gibi hayalâta alışan zahirperestlerin
dimağları kabul etmeyecek gibi göründüler. Fakat asıl se-
bep, başka garaz olmak gerektir. güya göz yummakla
gündüzü gece veya üflemekle güneşi söndürmeye ihtimal
vermek gibi bir hareket-i mecnunanede bulundular. gü-
ya onların zannınca, küreviyet-i Arz’a hükmeden, dinde
çok mesaile muhalefet ediyor. onu bahane ederek büyük
bir iftirayı ettiler. o derecede kalmadı; vesveseli ezhanı,
iftiranın büyümesine müsait bir zemin bulduklarından, if-
tirayı o derece büyüttüler ki, ehl-i diyanetin hakikaten ci-
ğerlerini dağdar ve ehl-i hamiyeti İslâm terakkiyatından
me’yus ettiler. lâkin bu hâl büyük bir derstir. Beni ikaz
etti ki,
cahil dost düşman kadar zarar verebilir.
öyle ise,
şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki el-
mas kılınçla onların tefritlerini kırardım. Fakat şimdi mec-
burum, öyle dostların terbiyeleri için, onların avampe-
restâne ve ifratkârâne olan hayalâtlarına o kılıncı bir
derece iliştireceğim. eğer, çendan böyle şahsî şeylerin
böyle mebahisatta zikirleri lâzım değildir. Fakat, şahsiyet-
te kalmadı; medreselerin hayatlarına taallûk eder bir me-
sele-i umumî hükmüne geçti. o zahirperestler emin
avamperestâne:
şiddetli halk ta-
raftarı olan birine yakışır surette.
bahane:
asıl sebebi gizlemek için
ileri sürülen uydurma sebep.
bedihî:
delil ve ispata muhtaç
olamayacak derecede açık ve or-
tada olan.
çendan:
gerçi, her ne kadar.
da€dar:
pek müteessir, çok üz-
gün.
def:
mani olma, kovma, ortadan
kaldırma.
dima€:
akıl, şuur.
ehl-i diyanet:
dindar kişiler.
ehl-i hamiyet:
hamiyetli, onurlu,
haysiyetli olanlar, hamiyet sahip-
leri.
elmas:
çok kıymetli bir mücev-
her.
ezhan:
zihinler.
garaz:
gaye, maksat.
gulyabanî:
insanları korkutan ha-
yalî bir varlık.
güya:
sanki.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikaten:
hakikat olarak, do€-
rusu, gerçekten.
hareket-i mecnunane:
deli gibi
hareket etmek.
hayalât:
hayaller, hülyalar.
hükmetme:
hakim olma, işleme.
hükmüne:
yerine, de€erine.
ifratkârâne:
aşırı giderek.
ihtimal:
olabilirlik.
ikaz:
uyarı.
itirazat:
itirazlar.
küreviyet-i arz:
Dünya’nın yu-
varlaklı€ı.
me’yus:
yeise düşmüş, ümitsiz,
kederli.
mebahisât:
bahisler, konular.
mesail:
meseleler.
mesail-i diniye:
dinî meseleler.
u
nsuru
’
l
-H
akikaT
| 76 | MuhakeMat
mesele:
önemli konu.
mesele-i umumî:
geneli ilgi-
lendiren mesele.
meslek:
gidiş, usul, yol.
mufassalan:
tafsilatlı bir bi-
çimde, ayrıntılı ve izahlı bi-
çimde.
muhalefet:
uygun olmama,
ayrılık; zıtlık.
muhibb-i din:
dini seven.
müsait:
uygun, münasip.
saykal:
cila.
şahadet:
şahit olma, şahitlik;
açık alamet, işaret.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, husu-
sî.
şahsiyet:
kişilik.
taallûk:
alâkalı, münasebetli
olma.
tarih-i hayat:
hayat tarihi.
tatbik:
uydurma, uygulama.
tefrit:
ortalamanın altında
kalma, tersine aşırılık, ifratın
zıddı.
terakkiyat:
ilerlemeler, geliş-
meler, yükselişler.
terbiye:
besleyip büyütme,
yetiştirme, e€itme.
tevfik:
uygun düşürme, bir
şeyi uygun duruma getirme.
vesvese:
şüphe, kuruntu, kal-
be gelen asılsız kötü ve sinsi
düşünce.
vukuat:
vuku bulan şeyler,
hadiseler, olaylar.
zahirperest:
dış görünüşe
kıymet veren, dış görünüşe
dikkat edip iç yüze aldırış et-
meyen.
zan:
sanma, kesin olarak bil-
meksizin kuvvetli ihtimalle
hükmetme.
zemin:
yer.
zikir:
anma, bildirme.