Asr-ı saadet olan adaya çık. İşte, her şeyden evvel senin
nazarına çarpacak ve tecellî edecek şudur ki:
Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud tek bir şahıs,
umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden
daha büyük bir hakikati omuzuna almış ve bütün nev-i
beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki, o şeriat, fü-
nun-i hakikiye ve ulûm-i İlâhiyenin zübdesi olarak, isti-
dad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü edip iki âlem-
de semere vererek, ahval-i beşeri güya bir meclis-i vahid,
bir zaman-ı vahidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti
tesis eder.
Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki:
“nere-
den geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?”
Sana şöyle cevap verecekler ki:
“Biz kelâm-ı ezelîden
gelmişiz. nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda re-
fakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-i fâniyeyi kestikten
sonra, bizim sûrî olan irtibatımız kesilirse de, daima ma-
neviyatımız beşerin rehberi ve gıda-i ruhanîsidir.”
Hatime
Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle:
eğer maksud-i Şâri’den ve efkârın istidatları nispetin-
de olan irşattan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin
yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz eder-
sen ki:
“Şeriatın başı olan kur’ân’da üç nokta vardır:
“
Birincisi:
kur’ân’ın mabihi’l-imtiyazı ve vuzuh ve ifa-
de üzerine müesses olan belâgate münafidir ki, vücud-i
müteşabihat ve müşkülâttır.
saçma söz.
maksud-i fiâri:
şeriatı koyan Al-
lah kast etti€i, maksadı.
maneviyat:
mana alemine ait
olanlar, hisse ve inanca ait şeyler.
meclis-i vahid:
bir meclis, tek
meclis.
mefkud:
yok, kayıp, olmayan.
menba:
kaynak.
mübareze:
kavga, savaş.
müesses:
tesis edilmiş, kurulmuş
olan, kurulu.
münafi:
zıt, aykırı.
nâsır:
yardımcı, yardım eden.
nazar:
bakış, dikkat.
nev-i beşer:
insano€lu, insanlar.
nevamis:
kanunlar, şeriatlar.
nispet:
oran, ölçü.
nokta:
konu ile ilgili bölüm.
nümüv:
büyüme, yetişme, bit-
me, gelişme.
refakat:
refiklik arkadaşlık.
saadet:
mutluluk.
selâmet:
salimlik, eminlik, kurtu-
luş, korku ve endişeden uzak ol-
ma.
semere:
meyve, güzel netice.
sual:
soru, talep.
şeriat:
Allah tarafından peygam-
ber vasıtasıyla bildirilen, ‹lâhî
emir ve yasaklara dayanan hü-
kümlerin hepsi.
şübehat:
şüpheler.
şükûk:
şekler, şüpheler.
sûrî:
görünüşte olan, şeklî.
tanzim:
düzenleme, tertipleme.
tecahül:
cahil gibi görünme, bil-
mezlikten gelme, bilmez gibi gös-
terme, bilmezlenme.
tecelli:
belirme, bilinme, görün-
me.
tekeffül:
boynuna alma, kefalet
etme.
tesis:
kurma, meydana getirme.
tevessü:
genişleme, yayılma.
ulûm-i ‹lâhiye:
‹lahî ilimler, Al-
lah’ı bilmeye dair ilimler, din ilim-
leri.
umum:
bütün.
vahîd:
yalnız, tek başına.
vücud-i müteşabihat ve müşkü-
lât:
birbirine benzer ve zor anlaşı-
lır şeylerin varlığı.
vuzuh:
kolay anlaşılırlık, ifade
açıklı€ı.
zaman-ı vahid:
bir an, bir zaman,
aynı zamanda, bir zaman içinde.
zübde:
bir şeyin en mühim kıs-
mı, bir şeyin özü, seçkin kısmı
MuhakeMat | 209 |
u
nsuru
’
l
-a
kîde
ahval-i beşer:
insanların hal-
leri, durumları.
âlem:
dünya.
asr-ı Saadet:
saadet, mutlu-
luk asrı; Peygamberimiz (
ASM
)
ve Dört Halifenin yaşadı€ı de-
vire verilen ad.
belâgat:
söz ve yazıda sanat-
lı ve tesirli ifade; sözün güzel
olmakla beraber yerinde, hâl
ve makama uygun olması.
beşer:
insan, insanlık.
dünya-i fâniye:
geçici dünya,
ölümlü dünya hayatı.
ebed:
sonsuzluk, daimîlik.
efkâr:
düşünceler, fikirler,
görüşler.
evham-ı seyyie:
kötü kurun-
tular.
evvel:
önce.
fünun-i hakikiye:
gerçek
fenler.
gıda-i ruhanî:
maddî olma-
yan, ruhu besleyen gıda.
güya:
sanki.
hakikat:
gerçek, esas.
hatime:
son söz.
hükmünde:
de€erinde, yerin-
de.
irşat:
do€ru yolu gösterme,
gafletten uyandırma.
irtibat:
ba€, münasebet.
istidad-ı beşer:
insanın kabi-
liyeti.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kelâm-ı ezelî:
ezelî söz, varlı-
€ına başlangıç olmayan Al-
lah’ın sözü.
küre-i zemin:
yeryüzü, dün-
ya.
mâbihilimtiyaz:
kendisi ile
imtiyaz, ayrıcalık kazanılan
şey.
ma€lata:
mugalata, zihin ka-
rıştıracak boş, manasız ve