Hülâsa:
Nefs-i emmare, devekuşu gibi aleyhine olan
şeyi lehine zanneder; veya Sofestaî gibi münakaşa eden-
leridir ki, vekilleri birbirini reddeder; tearuzan, tesâkutan
kabîlinden, “Hiçbirisi de hak değildir” diye hükmeder.
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
Gafil nefis ahireti dünyanın bitişiğinde ve dünya ile
bağlı bir menzil zannediyor.
Bu itibarla, nefsin elinde iki
silâh vardır: dünyanın zeval ve fenâsının eleminden kur-
tulmak için ahireti düşünmekle ümitvar olur; ahiret için
lâzım olan a’mal külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile
ondan da kendisini kurtarır. ölmüş olanların hayatta ol-
madıklarını düşünmüyor; ancak, “sefere gidenler gibi,
görünmüyorlarsa da, hayattadırlar” diye zanneder ve
ölüme o kadar ehemmiyet vermiyor. Bazı dünyevî işleri-
ni ebedîleştirmek için, şöyle bir desisesi de vardır ki:
“Matlûplarımın dünyada semereleri olmasa da, esasları
ahiret ile muttasıl ve ahirette faydaları vardır” diye müte-
selli oluyor. Meselâ, ilim gibi, “dünyada menfaati olma-
sa bile, ahirette faydası vardır” diye iyi ciheti göstermek-
le, kötü ciheti –altında– yutturur.
Hülâsa:
Nefis, devekuşu gibidir; şeytan Sofestaî, heva
da Bektaşîdir.
İ’lemEyyühe’l-Aziz!
Halk-ı eşya hakkında
mucibe-i külliye sadık olmadığı
takdirde, salibe-i külliye sadık olur. Yani, ya bütün eşya-
nın hâlıkı Allah’tır; veya Allah hiçbir şeyin hâlıkı değildir.
Mesnevî-i nuriye | 291 |
Z
erre
menfaat:
fayda.
menzil:
yer, konak.
meselâ:
örneğin.
mucibe-i külliye:
bir şeyin varlığı-
nı gerektiren ve ona kanıt olan
genel hüküm.
münakaşa:
tartışma.
müteselli:
teselli bulan, avunan.
muttasıl:
bitişik.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah işlerin yapılmasını emre-
den nefis.
sadık:
doğru, gerçek, hakikî olan.
salibe-i külliye:
bir şeyin bütün
bütün olmadığını veya varlıklar-
dan hiç birisine hâkim ve etkili ol-
madığını iddia edip ispat eden hü-
küm.
semere:
meyve, güzel netice.
sofestaî:
eski Yunan felsefesinde
hiçbir şeyin mutlak hakikatinin ol-
madığı, her şeyin ölçüsünün insa-
nın bilgisine dayalı olduğu inancı-
nı savunarak değerleri ve ahlâkı
sorgulayarak tahrip etmeye çalı-
şan kimse.
tearuzan:
birbiriyle çarpışır şekil-
de, birbirine aykırı biçimde, birbi-
rinin zıddına.
tegafül:
gaflet gösterme.
tesâkutan:
birbirini ıskat edecek,
düşürecek şekilde; birbirinin iddi-
asını çürütecek tarzda.
ümitvar:
ümitli, umutlu, uman,
ümidi olan.
zeval:
sona erme, yok olma, öl-
me.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
aleyh:
ona karşı, onun üzeri-
ne.
a’mal:
ameller, işler.
Bektaşî:
kayıtsız, rind.
cihet:
yön.
desise:
hile, oyun, aldatmaca.
dünyevî:
dünyaya ait.
ebedî:
sonu olmayan, daimî,
sürekli.
ehemmiyet:
önem, değer,
kıymet.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
fenâ:
yokluk, son bulma, ge-
çicilik.
gafil:
gaflette bulunan, endi-
şesiz, nefsine uyarak Allah’ın
emirlerini unutan.
gaflet:
dikkatsizlik, endişesiz-
lik, Allah’tan uzaklaşıp nefsin
arzularına dalmak.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hâlık:
yoktan yaratan, her şe-
yi yoktan var eden, yaratıcı;
Allah.
halk-ı eşya:
eşyanın yaratılışı.
heva:
istek, arzu, nefse ait
olan şeylere düşkünlük, nefsin
zararlı ve günah olan arzuları.
hükmetme:
karar vermek,
inanca varmak.
hülâsa:
kısaca, sözün kısası.
i’lem eyyühe’l-aziz:
ey aziz
kardeşim, bil ki!
ilim:
bilme, bilgi.
kabîl:
tür, gibi.
külfet:
zahmet, sıkıntı.
leh:
onun tarafına, ondan ya-
na, birinin faydası için yapılan
hareket.
matlûp:
talep edilen, istenilen
şey.